Bu hukukun 12 Eylül hukukundan, Pensilvanyalı’nın hukukundan zerrece farkı yoktur!
Bu hukukun 12 Eylül hukukundan, Pensilvanyalı’nın hukukundan zerrece farkı yoktur!
Hukuk diyoruz da, aslında lafın gelişi o. Yoksa ortada hukuk filan kalmış değil. Hatta, bırakalım hukuku, kanun bile kalmış değil. Kaçak Saraylı Reis’in ağzından çıkan her şey, anında kanun ambalajı içine sokuluyor ve “alın size kanun, alın size hukuk”, diye milletin önüne konuyor.
Adam, resmen “yersen lokantası” açmış. “Bizde böyle”, diyor. “Yersen…”.
Tanık olduğumuz gibi, adam, 15 Temmuz’dan bu yana ne ordu bıraktı, ne yargı bıraktı, ne eğitim kurumu bıraktı.
Geçen günlerin haberiydi. Adam, sivil yandaştan, Validen, anında General yapıyor. Hem de Orgeneral. Görelim:
“Olağanüstü hal (OHAL) kapsamında Resmi Gazete’de önceki gün yayımlanan 672, 673 ve 674’üncü kanun hükmünde kararnameler (KHK) çok sayıda kritik düzenleme içeriyor. KHK’da yer alan düzenlemeyle, Milli Savunma Bakanlığı teşkilatındaki sivil kadroların TSK’daki rütbe karşılıkları belirlendi.
“İLK SİVİL ORGENERAL
“Habertürk’ün haberine göre; KHK’da yer alan düzenlemeyle, Milli Savunma Bakanlığı teşkilatındaki sivil kadroların TSK’daki rütbe karşılıkları belirlendi.
“Rütbe karşılıkları müsteşar için orgeneral, Milli Savunma Üniversitesi Rektörü için korgeneral, müsteşar yardımcıları, teftiş kurulu başkanı ve genel müdürler için tümgeneral, genel müdür yardımcıları ve müstakil daire başkanları için tuğgeneral, daire başkanları için albay olarak belirlendi.
“KHK’ya göre, askeri protokol münasebetlerinin düzenlenmesinde rütbe karşılığı esas olacak. Sivil yöneticiler, rütbe karşılıkları doğrultusunda lojman ve sosyal tesislerden de yararlanacak. Geçen hafta yapılan atama ile MSB’nin ilk sivil müsteşarı olan eski Düzce Valisi Ali Fidan’a “orgeneral” rütbe karşılığı verildi.” (http://odatv.com/ilk-sivil-orgeneral-0309161200.html)
Osmanlı’da bile, böylesine bir rezalete başvurulmuyor. Çünkü orada ordu, savaştan savaşa koşuyor. Böyle “Tosun Paşa” benzeri Generallerin hiçbir savaş kabiliyetinin olmayacağını biliyor Osmanlı. Fakat, Kaçak Saraylı bilmiyor.
Osmanlı’da “Mektepli” Paşaların yanında bir de “Alaylı” tabir edilen Paşalar vardı. Fakat, onlar bile çekirdekten yetişme, bileğinin hakkına binbir mücadeleden geçerek o makamlara yükselirlerdi.
Burada Kaçak Saraylı’nın yaptığı, tamamen yeni Tosun Paşalar üretmektir. Böylesi bir ordu, savaş ordusu olamaz. Suudi Ordusu benzeri bir ordu olabilir, olsa olsa. Dünyanın en gelişkin harp silahlarını da verseniz eline, yenilgiden başka, hezimetten başka hiçbir sonuca ulaşamaz o ordu.
Biliyoruz; Kaçak Saraylı, Kuleli dahil Askeri Liselerin de kökünü kazıdı. Oraları da artık AVM mi yapar, yandaşlara mı satar, bilemiyoruz şimdilik.
Niyeti ne?
Harp Okullarını, İmam Hatip mezunlarından ve benzer ideolojiyle afyonlanmış, yani CIA-Pentagon Dini’yle dinlendirilmiş gençlerle dolduracak. Böylece de, kesince güveneceği bir yandaşlar ordusu kurmuş olacak.
Hep diyoruz ya; Türkiye her geçen gün felaketler denizinde yelkenleri tarumar, kaptanı meczup bir gemi gibi yalpalayıp duruyor. “Yeni Sevr”e götürülüyor. “BOP”a götürülüyor, adım adım.
Esasında bugün değinmek istediğimiz esas konu bu değildi. Ama, hukuktan eser kalmadığını söyleyince, ister istemez, işin bu yönü de aklımıza geliverdi.
Gelelim esas demek istediğimize:
Tanıyan arkadaşların bileceği gibi, biz, Can Dündar’ı sevmeyiz. Hiçbir zaman ona yakın olmadık, sempatiyle bakmadık.
O, daha önce de söylediğimiz gibi, bir “ikili oynama üstadı”dır. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp’ın varlığında, ona düşmandı.
Bizim Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın en büyük destekçisi Lenin’e ve onun yönettiği 1917 Büyük Ekim Devrimi’ne de düşmandır.
Yine hatırlanacağı gibi, Pensilvanyalı İmam’ın polis, savcı ve yargıçlarının yürüttüğü, Kaçak Saraylı Reis’in de dışarıdan savcılığını yaptığı, daha doğrusu, “baş tutuculuğunu” yaptığı “Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu’nun da önde gelen yandaşlarından, destekçilerindendi. Yani, bu kişi, ABD ve AB Emperyalistlerinin yandaşıdır, onların cephesinin mensubudur.
Cumhuriyet Gazetesi’ni ise, ne hale getirdiği meydandadır. Onun yönetimindeki Cumhuriyet, ki bugün de aynıdır, tam anlamıyla Taraf’ın, Radikal İki’nin ve Özgür Gündem’in bir sentezidir. Yani üçünün bileşiminden oluşmaktadır. Dolayısıyla da, emperyalizm yandaşıdır.
Fakat, bu, işin bir yönüdür.
Bir diğer yönü ise, buna karşı AKP’giller’in ve “Reis”lerinin açmış olduğu dava ve tutuklama tümüyle hukuk dışıdır. Sonuçta, bu kişiler ve gazete, bir haber yapmışlardır. Eee, gazetecinin görevi de haber yapmaktır. Üstelik de haber, yüzde yüzlük bir kesinlikte doğrudur. Gerçeği ortaya koymuştur bütünüyle.
Nedir haberin konusu?
Suriye’nin meşru hükümetine karşı savaşan, Ortaçağcı, Cihatçı, kelle kesen çetelere her türden TIR’lar dolusu silah göndermek. IŞİD’e, ÖSO’ya, İki bin TIR dolusu silah göndermek.
Ne demişti Kaçak Saraylı ve AKP’giller, bu iş ortaya çıktığında?
“O gönderilenler silah değil, ilaç vs. gibi yardım malzemesidir.”
Yani milleti kandırmış, aptal yerine koymuşlardı. Fakat ortaya çıktı ki görüntüleriyle, TIR’lar dolusu silahtı gönderilenler.
Ne yapmışlardı silahları gizleyebilmek için?
En üst sıraya ilaç kolileri yerleştirmişlerdi. Kolilerin altını ise silahla doldurmuşlardı.
İşte bu savaş suçu kapsamına giren olayın haberini yapmıştı Cumhuriyet Gazetesi. Bunun suç oluşturan nesi var?.. Suç olan, haberinin yapılması değil, Birleşmiş Milletler üyesi bir devlete karşı isyan halindeki Ortaçağcı çetelere silah göndermektir, onlara yandaşlık etmektir…
Hadi, buna “neyse” diyelim de, çünkü böylesi kanunsuzlukları saymakla bitmez AKP’giller’in.
İşte birkaç gün önce, her türden vicdanın isyan edeceği, “Ben aydınım ve namusluyum.”, diyen hiç kimsenin kabul etmeyeceği bir uyduruk yasayla, bu adamın eşinin de pasaportuna el koyuyorlar ve ona da yurtdışına çıkış yasağı getirmiş oluyorlar.
Neden dolayı?
Sadece ve sadece Can Dündar’ın eşi oluşundan dolayı…
Bu olaya ağlamak mı gülmek mi lazım gelir, insan doğrusu karar veremiyor. İşi bu raddeye getirebileceklerini, inanın biz bile beklemiyorduk. Görelim haberi:
“Can Dündar’ın eşine yurtdışı yasağı
“Cumhuriyet gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’ın pasaportuna el kondu. Odatv’nin edindiği bilgilere göre karar Dündar’a yurtdışına çıkmak üzereyken tebliğ edildi. Dündar’ın gidişine izin verilmezken, Dilek Dündar havaalanından geri çevrildi. Son çıkan KHK ile davalarda yargılanan şüphelilerin eşlerinin de pasaportununa el konmasına izin verilmişti.
“CAN DÜNDAR’DAN TEPKİ
“Eşinin pasaportunun iptal edilmesine tepki gösteren Can Dündar, “Twitter’da “Dua edin de yarın siz hukuka ihtiyaç duyduğunuzda, bugün ahını aldıklarınız sizin kadar gaddar olmasın” diye yazdı.” (http://odatv.com/can-dundarin-esine-yurtdisi-yasagi-0309161200.html)
Bu, tam anlamıyla, Muaviye-Yezid Hukukudur. Ortaçağ Hukukudur. Engizisyon Hukukudur.
Burjuva Hukukunun ise, bunlarınkinden taban tabana zıt bir zemini vardır, anlayışı vardır.
Burjuva Hukukunda, “suçlar şahsidir”. Yani, kişiseldir. Suçu kim ya da kimler işlemişse, sadece onlar şüpheli sayılır. Ve onlar kovuşturulur, onlar yargılanır. Aile üyeleri kesinlikle işe karıştırılmaz ve bulaştırılmaz.
Burada, çok uzakta geçmişte değil, 2006 yılında Anayasa Mahkemesinin bu konuda vermiş olduğu bir kararı görelim:
“ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
“Anayasa Mahkemesi Başkanlığından:
“Esas Sayısı : 2003/97
“Karar Sayısı : 2006/115
“Karar Günü : 21.12.2006
“İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN: Beytüşşebap Asliye Ceza Mahkemesi
“İTİRAZIN KONUSU: 1.3.1926 günlü, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 2787 sayılı Yasa ile değiştirilen 463. maddesinin, Anayasa’nın 38. maddesine aykırılığı savıyla iptali istemidir.
“I – OLAY
“Asli failin kim olduğu belirlenemeyecek şekilde yaralama suçundan, 765 sayılı Yasa’nın 456/2, 463. maddeleri uyarınca haklarında kamu davası açılan sanıkların yargılanmaları sırasında, itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme iptali için başvurmuştur.
“II – İTİRAZIN GEREKÇESİ
“Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir:
“…
“TCK 463. maddesinin Anayasaya aykırılığı iki temel evrensel norma dayanmaktadır.
“1 – Cezaların Şahsiliği İlkesi
“Suçun oluşumundan bahsetmek için hareket (maddi unsur), tipiklik (kanuni unsur), hukuka aykırılık ve kusurluluk (manevi unsur) gibi dört unsurun varlığı gerekmektedir. Bu unsurlardan herhangi birinin oluşmadığı hallerde faili cezalandırmak mümkün değildir. Suçun unsurları, modern ceza hukukunun kabul ettiği evrensel bir norm halini almıştır.
“Anayasanın 38/7 madde ve fıkrası açıkça ceza sorumluluğunun şahsî olduğunu belirtmiştir.
“Ceza sorumluluğunun şahsi olması; suçu işleyen failin/faillerin cezadan bizzat sorumlu olması, failin/faillerin dışındaki kişilere doğrudan doğruya bu sorumluluğun yüklenmemesi ve cezalandırılmaması demektir. Mevcut yasal düzenlemelere göre bu ilke; kanunda suç olarak belirlenmiş hareketin kusurlu failinin ya da kanunlarda istenmeyen durum olarak belirlenmiş hale neden olan kişinin, kusur ile hareketi arasında illiyet bağı olması halinde bizzat cezalandırılması şeklinde kabul edilmektedir.
“Cezanın şahsiliği ilkesi, cezada kolektif sorumluluk ilkesinin yerine geçmiştir. Cezalandırmada kolektif sorumluluk ilkesi, kusurluluk ilkesi ile yakından ilgilidir. 13 yy da cezalandırmada kusurun önem kazanmasıyla birlikte şahsilik ilkesi de ön plana çıkmaya başlamıştır. Fransız ihtilali sonrasında şahsilik ilkesi hukukumuza yansımıştır.
“Evrensel bir ceza hukuku normu olan şahsilik ilkesinin korunması için kanun koyucu suçludan başkasına ceza öngören kanun yapmamak ya da bu tür düzenlemeleri kanunlardan çıkartmakla görevlidir.” (TC. Resmi Gazete, 26470’inci Sayı, 22 Mart 2007, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2007/03/20070322-16.htm)
Karar, meseleyi çok anlaşılır biçimde, netçe ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, suçlanma konusu tüzel kişilere ilişkin olduğu durumlarda bile, tüzel kişinin tamamı değil de, o tüzel kişiye mensup, suçu işleyen kişi ceza yargılanmasına muhattap olabilmektedir.
Diyelim; bir devlet savaş suçu oluşturacak bir eylemde bulundu. Burada bile, ceza yargılanmasına devlet değil de, devleti o davranışa iten yönetici kişiler suçlu olarak yargılanabilmektedir.
Mesela; Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde tüzel kişiler, devletler yargılanamaz. Ancak onlara mensup olup da, suç işlediği görülen kişiler yargılanabilir. Yani UCM bile, sadece kişileri yargılayabilmektedir.
Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller’in, yasa ambalajı altında ortaya koymuş oldukları Kanun Hükmündeki Kararname, hem evrensel ve Türkiye Cumhuriyeti Hukukunun genel ilkelerine, hem Anayasaya, hem de Türk Ceza Kanununa aykırıdır.
Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’a yapılan söz konusu cezalandırmada suçun hiçbir unsuru bulunmamaktadır. Hiç kimse, suçlu olduğu varsayılan bir kişinin eşi olduğu için suçlanamaz, yargılanamaz, herhangi bir hak mahrumiyetine uğratılamaz. Dilek Dündar’a yapılan, açıktan ona verilmiş olan bir cezadır. Onun hürriyetinin kısıtlanmasıdır.
Hangi gerekçeyle?
Can Dündar’ın eşi olduğu gerekçesiyle.
Olmaz yahu… İş bu kadar da şirazesinden çıkarıldı mı, artık ortada ne yasa kalır, ne modern bir devlet.
AKP’giller’in bu yaptığı, bütünüyle Yezid Hukukudur. CIA Hukukudur, Pentagon-Washington Hukukudur.
Yezid de, hatırlayacağımız gibi, Kerbela’da, 680 yılı, Hz. Muhammed’in Ehlibeytinden 23 kişinin de aralarında bulunduğu, İmam Hüseyin ve toplam 72 yoldaşını katledip geçmişti. Vahşice, canavarca…
Ve hatta, Yezid’in Kerbela Valisi Ziyad, Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin kızı, İmam Hüseyin’in kardeşi Hz. Zeynep’i bile, cariye yapmayı düşünmüş, fakat sonradan korkup bundan vazgeçmişti.
Emperyalist Haydut Devlet ABD ve müttefiki AB de, bildiğimiz gibi, 1990’dan bu yana, kadın, çocuk, genç, ihtiyar ayrımı yapmaksızın, ülkemizin de dahil olduğu Ortadoğu İslam coğrafyasında 10 milyon civarında masum insanı katletmiş ve bu toprakları ölüm tarlalarına çevirmişti.
Burada bir çağrışım oldu:
12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün en azgın biçimde zulmünü sürdürdüğü günlerdeydik. Hareketimize yönelik bir operasyonda şahsen ben, kıl payı yakalanmaktan kurtulmuştum. 10 dakika gibi bir zaman aralığı, beni kurtarmıştı. Sonrasında da sürek avına alınmış, fakat soğukkanlı bir tutumla aklımı kullanmam sayesinde yine faşizmin polislerinin eline düşmekten kurtarmıştım kendimi.
Beni ele geçiremeyen faşistler, rehin olarak 5 çocuk annesi, eğitim emekçisi eşimi alıp götürmüşlerdi. Karakola gidip, “Suçluysa damadım suçlu. Kızımın ne suçu var ki, alıp getirdiniz?..”, diyen rahmetli kayınpederime aynen şu karşılığı vermişlerdi:
“Ya damadını alıp getirip bize teslim edersin, ya da kızını burada en az bir ay tutarız.”
Hatırladığım kadarıyla, bir haftaya yakın tutmuşlardı eşimi gözaltında. Fiziki değil ama, psikolojik işkence uygulamışlardı. Sonrasında da, yaptıkları zulme kılıf geçirebilmek için, o ana kadar hiçbir soruşturma-kovuşturma evrakında adı geçmeyen eşimin adını, bir anda, “aranan örgüt üyesi” olarak yazıvermişlerdi, hazırladıkları fezlekelerine. Eşim de, bizimle birlikte yargılanmış ve bir buçuk yıl kadar da görevinden uzaklaştırılmıştı. Yani açığa alınmıştı.
Diyeceğimiz; faşizm dönemlerinde bu tür kanunsuzluklar bol miktarda olur. Fakat orada bile, böylesine açıktan kanunsuzluk yapamıyorlardı. Yani yaptıkları zulme bir kulp takmak zorunda hissediyorlardı kendilerini. Mesela, bizim örneğimizde olduğu gibi, eşimi de anında “örgüt üyesi” olarak gösteriveriyorlardı.
Ha, bir de bol miktarda, on günlerce süren işkenceler vardı tabiî. Oralarda, “Yaptığınız insanlık suçudur. Kanunsuzluktur. Kanun adamıyız, diyorsunuz ama kanunsuzluk yapıyorsunuz.”, diye işkencecilere karşı çıkan yoldaşlarımıza cevapları şu oluyordu, bu faşizmin piyonlarının:
“Evet, öyle. İşkence suç. Ama her yerde yapılıyor. Üstelik bu yaptığımızı Kenan Evren de biliyor, Güvenlik Konseyi’nin diğer üyeleri de. Hatta onların istediği bu. Biz kendi kafamızdan bir şey yapmıyoruz.”
“Ama yine de suç işliyorsunuz siz.”, diyen yoldaşlarımıza ise, “Bunu kim ispat edebilecek ki?.. Ve kim yargılayabilecek bizi?..”, diyorlardı. Gerçekten de öyle oldu. O faşist piyonların, bildiğimiz kadarıyla, hiçbiri yargılanmadı. Yaptıkları yanlarına kaldı…
Yani, işkenceyi bile, açıktan savunamıyorlardı. Gizli yapıyorlar, gözaltı bitiminde sizi karşısına çıkardıkları faşizmin doktorları, “Darp izine rastlanmamıştır.”, ibareli raporlar veriyorlardı. Yani işkenceyi olmamış göstermeye çalışıyorlardı.
Kaçak Saraylı’nın ve onun AKP’gilleri’nin bu Kanun Hükmünde Karanamelerle yaptığı ise, yapılan akıl almaz, vicdan kabul etmez hukuksuzluğun, kanunsuzluğun, açıktan, hiçbir gizlemeye gerek duymadan savunuluşudur. Yani şunu demiş oluyor adamlar:
“Biz hukuk, kanun, Anayasa, yasa masa takmayız. Bizim bir tek hukukumuz, kanunumuz var; Reis’imizin ağzından çıkan fermanlar. İşte o buyruklara anında KHK kılıfı giydiririz, işte bizim yasamız budur deriz. Herkes de buna uyacaktır. Biz de bunun gereğini yaparız.”
Yapıyorlar işte…
Daha doğrusu, istedikleri her şeyi yapıyorlar.
Ve, önce de hep söylediğimiz gibi, adım adım Faşist Tayyibistan Din Devleti’ni kuruyorlar. Karşılarında ne yazık ki şu anda, “Bu yaptığınız ne?..”, diyebilecek, bizim dışımızda da bir güç göremiyoruz.
Yapsınlar bakalım… Şimdilik meydan onların. Devran onların. Ama sanmasınlar ki, bu böyle sürüp gidecek. Sonunda mutlaka Pensilvanyalı İmam’ın ve yandaşlarının durumuna düşecekler. Onların yanına gelecekler. Onlarla bir ömür hapishane arkadaşlığı edecekler. Eninde sonunda olacak bu. Hiç; “Yaptığımız yanımıza kalacak. Bu devran hep sürecek.”, diye yanlış sanıya kapılmasınlar. Olmayacak rüyalar görmesinler. Hesap günü gelip çatacak onlar için de…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
05 Eylül 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı