PROGRAM
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
PROGRAMI
İkinci Emperyalist Yağma Savaşının bitiminden (1945’ten) beri, bizim de içinde bulunduğumuz kapitalist dünyayı, kanlı zalim-başhaydut ABD yönetiyor. Tabiî G7’nin diğer haydut devletleri de ona yardım ediyor. ABD ve yardımcıları, bu 60 yılda, Kore, Vietnam, Yugoslavya, Afganistan ve Irak’a karşı haksız savaşlarında ortalama 6 milyon, bizim gibi kapitalizmce geri ülkelerde yaptırttıkları faşist darbeler sonucunda da 3 milyon olmak üzere, toplam 9 milyon masum insanı katletmişlerdir. Bu uluslararası haydutlar çetesi, dünyada yaptıkları hayâsızca sömürü ve talan yüzünden de, Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarında öldürdükleri 60 milyon insandan çok daha fazlasının açlıktan ve önlenebilir hastalıklardan ölmesine yol açmışlardır.
Bu emperyalist saldırganlar çetesi, Sosyalist Kamp’ın (1991’deki) çöküşünden sonra dünyayı babalarından miras kalmış çiftlik gibi görmeye başladılar. Reisleri ABD, “Benden yana olmayan düşmanımdır” diyerek insanlığa meydan okumakta ve mazlum dünya halklarını terörize etmeye çalışmaktadır. Şu anda Irak’ı işgal altında tutarken, Suriye’yi, İran’ı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni de vurmakla ve işgalle tehdit etmektedir…
ABD ve yandaşı emperyalist devletler, bu cesareti nereden bulmaktadır?
Ekonomik ve askeri güçlerinden… Yani teknik üstünlüklerinden…
Bu üstünlüklerinin sebebi nedir?
Onların, zamanında Burjuva Demokratik Devrimlerini gerektiği şekilde yaparak Derebeyi artıklarını temizlemiş olmalarıdır…
ABD, 1860’larda köleliği kaldırmak uğruna Vatandaş Harbine (iç savaşa) girişmeseydi, bugün sahip olduğu teknolojik üstünlüğe, ekonomik ve askeri güce ulaşamazdı. Onun gelişmişlikteki bu üstünlüğü şu üç sebebe dayanır:
1- Devletin kırtasiyeci ve militarist olmayışı (Tam Burjuva Demokrasisi),
2- Derebeyi artıklarının yok edilmesi (Toprak Reformu),
3- Sanayi sermayesinin ötekilerden üstün olması (Teknik Yaratıcılığı).
ABD, burjuva demokrasisi açısından sahip olduğu bu olumlu özellikleri 19’uncu Yüzyılda taşıyordu. 20’nci Yüzyılla birlikte bunları yitirmeye başladı. 60 yıldan beri de insanlığın başdüşmanı oldu…
Biz de gelişip güçlenebilmek için, onun 19’uncu Yüzyılda yaptığı demokratik dönüşümü gerçekleştirmek zorundayız. Tabiî biz, ABD gibi insanlığın başına bela kesilmek için güçlenmek istemiyoruz. Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızla kazandığımız bağımsızlığımızı 1945 sonrasında yitirdik… ABD’nin ve diğer Batılı (AB’li) Emperyalistlerin yarısömürgesi durumuna düşürüldük. Türkiye’yi yöneten Antika ve Modern Parababaları Vatana ve Halka ihanet ederek, Batılı sömürgecilerle anlaştılar ve adi çıkarları için onların emrine girerek ülkemizi bu hale düşürdüler… Dört yıl savaşarak elde ettiğimiz bağımsızlığımız onların ihanetiyle yitirildi ve yarısömürgeleştirildik… Biz, bu durumdan kurtulmak, bağımsızlığımızı yeniden kazanmak ve mazlum milletlere yardımcı ve örnek olmak için güçlenmek istiyoruz… Biz, gelişip güçlenince, Batılılar gibi emperyalist olmayacağız. Çünkü biz, onlarınki gibi burjuvazinin değil, halkın önderliğinde bir iktidar oluşturacağız… Yani Demokratik Halk İktidarı olacaktır bizim iktidarımız…
Bu Halk İktidarının yapacakları:
1- Devletin kırtasiyeci ve militarist olmayışı: HÜRRİYET ve UCUZ DEVLET bölümünde,
2- Derebeyi artıklarını giderme: KÖYLÜ bölümünde,
3- Sanayiyi her şeyden üstün tutma: SANAYİ ve İŞÇİ bölümlerinde, ayrı ayrı program madde ve gerekçeleri olarak verilmiştir.
Bu üç şart, modern medeniyet yükselişi için, birbirinden ayrılmaz bütündür. Biri eksik oldu mu, hiçbirisi gerçekleşemez. Hürriyetsiz toprak reformu, ya da sanayileşme, kendimizi aldatmak olur. Aksine, büyük sanayimiz ve işçi davamız yoluna girmeden, tarımımızı modernleştirmek, ya da hürriyetimizi sağlamak -şimdiye kadarki deneylerden yüzde yüz anlaşıldığı gibi- tatlı ya da acı hayal olur.
Programımız, o üç ana davayı, Türkiye Halkına bütünlüğü ile sunmak için, iki büyük kısma ayırmıştır.
Birinci Kısım: HÜRRİYET KATLARI,
İkinci Kısım: EKONOMİ TEMELLERİ’dir.
Ekonomi temelleri de ayrıca 5 bölümdür:
1- İŞSİZLİK TEZİ,
2- PAHALILIK ANTİTEZİ,
3- SANAYİ SENTEZİ,
4- İŞÇİ SENTEZİ,
5- KÖYLÜ SENTEZİ.
KISIM: I
HÜRRİYET
HÜRRİYETİN GEREKÇESİ
A- DEMOKRASİ Halka inanmakla başlar.
Abdülhamit, resmi İngiliz gazetesi Times’a şöyle demişti:
“Beni Hürriyete muhalif görenler yanılıyorlar. Kullanmasını bilmeyen bir memlekete hürriyet vermek, kullanmasını bilmeyen birine tüfek vermeye benzer. Herif, babasını, anasını, kardeşlerini öldürür. Sonra döner kendi kendisini vurur.”
Yani, “Kızıl Sultan” millete inanmıyordu: Onun için, “memleketi hürriyeti kullanmaya hazırlamak” bahanesiyle, “Kanuniesasî”yi (Anayasayı) 33 yıl rafa kaldırdı. 10 Temmuz’da yeniden ilân etti. Fakat, Hürriyet, 31 Mart günü, Abdülhamit’i temizlemedikçe yaşayamayacağını gördü.
Gerçekte, millet değil, Osmanlı tefeci ağalarıyla acente bezirgânları hürriyete lâyık değillerdi. Onun için, Meşrutiyet, o derebeyi artıklarının gölgeleri altında, polis kuvveti ile tutulan, kırtasiyeci bir askercil istibdadı (zorbalığı, despotizmi), parlamentocu şekil’lerle süslemekten öteye geçemedi.
Sonraları, kafalar değil, ağızlar değişmişti. “Millet hürriyete lâyık değil” demeye cesaret gösteremeyenler, yapılan zorbalığı, hürriyetlerin en âlâsı gibi övüyorlardı. Tek Parti Şefliği, yumruğunu masaya vurarak:
“İdaremiz bütün mânasıyla halk idaresidir” (Meclis, 02.11.1944 Nutku) tehdidiyle herkesi susturuyordu. Demokrasi “Vatanda anarşi ve sözü ayağa düşürmek” (Meclis, 24.05.1945) sayılıyordu…
Böylece, Abdülhamit saltanatı kadar uzun süren yıllarda, Anayasamız, kendisine zıt kanunlarla kuşatmaya alındı…
Demokrat Parti (DP), iktidara gelmeden, mevzuatımızda binlerce antidemokratik kanun buldu. İktidara geçince, kendi adının “Demokrat” olmasını yeterli buldu. Halka en açık biçimiyle ihanet etti. Uluslararası Parababalarının ve onların önde gelen temsilcisi ABD’nin kayıtsız şartsız emrine girdi…
Buna bir örnek vermeden geçmeyelim:
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Fletcher Warren, 13 Kasım 1957’de ABD Dışişleri Bakanlığına çektiği telgrafta, Adnan Menderes’in kendilerinden bir talebini aktarıyor:
“Fatin Rüştü Zorlu’nun Dışişleri Bakanlığına atanması hakkında ne düşündüğümü sordu… Amerikan Hükümetinin ve halkının görüşlerini bildiğimi söyleyerek konuşmamı sürdürdüm ve şunları söyledim:
“- Zorlu’yu son aylarda ABD’ye karşı muktedir, akıllı, işbirliğine yatkın ve dostça bir yaklaşım içinde gördüm…
“Menderes, kabineyi açıklamak için daha birkaç güne ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bu mesajı Dışişleri Bakanlığına iletmemi önerdi. Dışişlerinin tepkisini mümkünse 24 saat içinde öğrenmek, Menderes’i çok memnun edecek…” (Cüneyt Akalın, Amerikan Belgeleriyle 27 Mayıs Olayı)
Bu olay, Menderes ve DP’nin ABD’nin emrine ve hizmetine girdiğinin açık bir kanıtıdır…
Menderes’ler, Bayar’lar, Zorlu’lar birdenbire ortaya çıkmamışlardır. Antika (Tefeci-Bezirgân) ve Modern (Finans-Kapitalist) Parababaları 1924’ten itibaren adım adım gelişmişler ve 1930’da Celal Bayar’ın “Ekonomi Bakanlığı”na getirilmesiyle birlikte Türkiye ekonomisinin yönetimini ele geçirmişlerdir. 14 Mayıs 1950 Seçimleriyle de siyasi iktidarı ellerine geçirerek Türkiye’nin yönetimine bütünüyle hakim olmuşlardır. Tabiî Türkiye’yi de efendileri olan Uluslararası Finans-Kapitalistlerin ve onların dünyadaki baş aktörü ABD’nin ellerine teslim etmişlerdir… Bu sebepten, Menderes’in yukarıdaki olayı (konuşması) ne tesadüfîdir ne de tekildir… ABD artık Türkiye’nin yönetimini tüm yönleriyle eline geçirmiştir. Tabiî yerli sermayenin ve onların temsilcilerinin ihanetleri sonucunda, Vatanımız ve Halkımız bu yürek parçalayan duruma düşürülmüştür…
Devrimci gelenekli Ordu Gençliğimizin 27 Mayıs Politik Devrimiyle 1960’ta, satılmış DP İktidarı alaşağı edildi. Fakat iyi niyetli genç devrimcilerin ellerinde, uygulayacakları Halkçı bir programları yoktu… O yüzden ne yapacaklarını bilemediler… Yerli-yabancı Parababalarının sömürü, talan ve halk düşmanı düzenlerine önemli sayılabilecek bir zarar veremediler… Bu hain Parababaları da, kısa süre sonra DP’nin yerine Adalet Partisi’ni (AP’yi) kurdular… Ondan sonra da bu Amerikancı Parti ve türevleri Türkiye’yi on yıllarca yönetti… Tabiî ABD ve benzeri emperyalist büyük devletler adına… Ve onların çıkarlarına uygun olarak…
AP lideri Süleyman Demirel’i, AP’nin başına da Türkiye’nin başbakanlığına da getiren ABD’dir… İsmet İnönü, 1965’te; “Amerika Ankara’da benim yerime bir başbakan aradı ve buldu.” diyerek bu gerçeği açıkça dile getirir. Kaldı ki Parababalarının savunucusu, Amerikan yanlısı Metin Toker bile aynı gerçeği şöyle itiraf eder:
“Kısa zamanda anlaşıldı ki, Johnson da (dönemin ABD Başkanı. Kurtuluş Partisi), İsmet Paşa’ya teşhis koymuştu. Bu teşhisin gereği, Amerika’nın Türkiye’de İsmet Paşa’nın yerini alacak bir başbakan aramaya başlaması oldu. (…) General Porter diye bir Amerikalı general geldi. General Ankara’ya bizzat Başkan Johnson tarafından gönderilmişti. Görevi, İsmet Paşa’nın “hayır” dediği birtakım teklifleri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan aramaktı. (…) General Porter’in gelişi günlerinde, CIA ajanları da Türkiye’de bir anket yapıyorlardı.” (M. Toker, Demokrasinin İsmet Paşa’lı Yılları, s. 211)
İsmet İnönü, TİME dergisine, 15 Nisan 1964’te; “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur, Türkiye bu dünyada yerini bulur.” diyerek, Amerika’dan şikayetlenmekte, NATO’dan ayrılınabileceğini, Sosyalist Kamp’la ittifaka girilebileceğini ima etmekteydi. ABD’nin baskılarının ağırlaştığını, dayanılmaz boyutlara ulaştığını belirtiyordu. ABD için bu affedilmez bir suçtu. İ. İnönü Hükümeti, 1965 Bütçe görüşmelerinde düşürülür. İ. İnönü bir daha da hükümet kuramaz. Meydan artık Demirel’indir. S. Demirel, Türkiye’de ortalama yirmi yıl boyunca başbakanlık ve devlet başkanlığı yapar…
ANAP kurucusu ve başkanı Turgut Özal da Demirel gibi ABD’den ithal edilmiştir… Onu da Türkiye’de başbakan, devlet başkanı yapan ABD’dir.
Tansu Çiller, Recep Tayyip Erdoğan ve partileri de ABD tarafından iktidarlara getirilmiştir… ABD’nin Türkiye’deki en has adamlarından Cüneyt Zapsu’dur, Tayyip’le ABD’nin işbirliğini kuran. ABD, Cüneyt Zapsu’nun raporlarını temel alarak kararlaştırmıştır AKP’yi kurdurmayı. Sonra da bu işte baş rolü Tayyip ve şürekâsına vermiştir.
Gerçek yöneticisi ABD olan, uluslararası Kontrgerilla adlı yasadışı cinayet ve katliam örgütünün ünlü teorisyeni CIA yöneticisi David Galula, “Ayaklanmalara Karşı Koyma-Teori ve Pratik” adlı kitabında; Devrimcilere, Yurtseverlere karşı mücadele ettirmek üzere bir partinin bizim gibi ülkelerde kurulmasını gerekli görür. MHP de bu CIA teorisinin öngördüğü ya da emrettiği işlevi, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinin hazırlanması ve bu darbeler için uygun ortamın (darbecilerin kullanacağı demagojik gerekçelerin) oluşturulması aşamasında, çok başarılı bir şekilde yerine getirmiştir.
Özetçe söylersek 1923’ten beri iktidara gelmiş partilerin tümü yalnızca sermaye sınıfının temsilcileridir ve onun çıkarlarının savunucusudur. 1950 sonrası iktidara gelmiş partilerin tümü, yalnız yerli sermayenin değil, Uluslararası Parababalarının da temsilcisidir. Ayrıca da CHP dışındaki, iktidar olmuş sermaye partilerinin hepsini ABD kurdurmuştur ve ABD iktidara getirmiştir… Bu sebeple bunların hiçbiri halka inanmaz ve halkı düşünmez. Bu partiler, yerli-yabancı Parababalarının hizmetinde oldukları için ABD’nin de hizmetindedir ve öncelikle onların çıkarlarını savunur. Türkiye’nin çıkarlarıysa bu partiler için ikinci planda gelir…
Halkın Kurtuluş Partisi (Kurtuluş Partisi) ise bunların tam tersi bir tutumu savunur. Yani yerli-yabancı Parababalarının ve onların koruyucusu, kollayıcısı olan ABD ve AB Emperyalizminin en amansız düşmanıdır… Halklarımızınsa en yakın dostudur… Bu yüzdenHalkın Kurtuluş Partisi halka içten inanır, halk için demokrasi ve hürriyeti savunur.
Kurtuluş Partisi’ne göre, millete inanmamak, birincisi “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” diyen Anayasayı çiğnemektir… Bu suçu, kimse hoş görmemelidir. İkincisi Demokraside olgunlaşmak için de, Demokrasiyi bütünü ile kullanmaktan başka yöntem henüz keşfedilmemiştir.
1938’e kadar Mustafa Kemal’in sofrasında bulunmuş fakat buna rağmen, O’nun düşüncelerini, yazılarını kendi sözcükleriyle; “pek dikişsiz, pek tutarsız şeylerdi” diyerek, yöneticisi olduğu Ulus Gazetesinde yayımlamayarak sansürleyen bir burjuva yazarı olan Falih Rıfkı Atay bile, şöyle yazıyordu, 1946’da Hürriyet konusunda:
“Hürriyet eğitimi, ancak hürriyet içinde elde edilebilecek bir şeydir. Okullarda verilecek diplomalı mezunlarla sağlanamaz. Bin yıl beklesek, gene başladığımız yerden yola çıkarız.” (Ulus, 03.02.1946)
B- DEMOKRASİ: Düşünceye saygı, halka refahla gelişir.
Millet hâkimdir, diyoruz. Bir hâkimin haklı karar verebilmesi için yalnız savcıyı dinlemesi yetmez, davacıyı da, suçluyu da, savunma ve kamu şahitlerini de, bilirkişileri de, jüriyi de ayrı ayrı dinlemesi, bütün delilleri ve belirtileri göz önünde bulundurması gerekir. Demek, egemenliğin gerçekten milletin olabilmesi için en ilk şart: Düşüncenin özgür olması, yani düşünceye saygı, düşünceyi düşünceyle karşılamaktır.
Halkın Kurtuluş Partisi, bilim ve prensip partisidir.
Kurtuluş Partisi, Uluslararası Parababalarının Türkiye’deki ortaklığını ve savunuculuğunu yapan yerli Parababalarına (Finans-Kapitalistlere, ki bunların sayıları ortalama 500’dür) karşıdır. Bunları tasfiye edecektir. Bir de bunların Antika müttefikleri olan Tefeci-Bezirgân Sermayedarlar vardır ki bunların sayısı da ortalama 2000-2500’dür. Kurtuluş Partisi bunlara da aynı derecede karşıdır ve bunları da tasfiye edecektir… Bütün Parababaları partilerinin alt kademe yöneticileri, bazılarınınsa üst yönetimleri de dâhil olmak üzere bu Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcilerinden oluşur. Dini siyasette kullanan ve insanlarımızın temiz, masum din duygularını sömürerek acımasız soygunlar, vurgunlar yapan, Parababaları iktidarlarının kitle içinde tutunmasını sağlayan hep bu Antika Sermayenin elebaşılarıdır. Bu, kökü eski çağlarda kalan Antika Sermaye, üretimle hiç uğraşmaz, ilgilenmez… Üreticilerle tüketiciler arasında aracılık ederek, vicdansızca kâr elde eder. İnsanlarımızı borçlandırarak korkunç faiz gelirine sahip olur… Yani tümüyle asalaktır…
İşte, toplam sayıları 2500-3000 civarında olan bu ABD, AB uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Kurtuluş Partisi, sayıları bu kadar azlık olan bu hain, insanlık düşmanı Antika sınıfın ve Modern zümrenin peçelerini açacak, ihanetlerini ve yaptıkları can dayanmaz sömürü, soygun ve vurgunu kanıtlarıyla halkımıza gösterecek, sonra da onları teşkilatlarıyla beraber tasfiye edecektir.
Böylece de Millet Meclisine, Halk Egemenliği içeriğini getirecektir… Sivil ya da militarist, her türlü kırtasiyeci (bürokratça) geriliği ve polisçi tahakkümü halkımıza layık bulmayacaktır.
Çünkü, peçeli ya da peçesiz, her istibdat yalnız aydınlık ve ruh düşmanı olmakla kalmaz, sosyal sağlığımıza, ekonomik ve medeni varlığımıza da sinsi bir suikasttır. Tarihte Osmanlı geriliği başladığı zaman Osmanlı istibdadı ile katmerlenip zırhlanmıştır. Gerilik, bir avuç ayrıcalıklıyı ancak doyurur ve ancak ayrıcalıklıları cennette yaşatabilmek uğruna, yaşatabildiği ölçüde, bütün halkı yoksulluğa boğar. Onun için; geriliği, demokrasi bile haklı çıkaramaz. Tersine, eksik de, yarım da olsa insan yüreği taşıyan ABD eski başkanlarından Roosevelt’in bile dediği gibi; “Demokratik bir dünyada güç, genel refah bakımından kendini haklı çıkarmalıdır.” (12.11.1944)
Roosevelt, böyle insancıl düşüncelerinden ve Hiroşima’yla Nagazaki’ye atom bombası atılmasına (yani atom silahının kullanılmasına) karşı çıktığı için ABD Parababaları tarafından “beyin damarı tıkanarak” öldürülmüştür…
Bizde Hürriyet, Abdülhamit mantığı ile uygulanır, yani lâfta kalırsa, ne ekonomice, ne medeniyetçe, ne toplumca, ne kültürce… hiçbir ileri adım ömürlü olamaz ve hele halkı rahat ettiremez. En basit millet menfaatleri, kimseye ağız açtırmadan, en batakçı ağalık hırsına ve bir avuç (500 kişi) Modern Parababasının sömürücü zorbalığına kolayca kurban edilebilir. Kapitalizmce ileri ülke halkları için Hürriyet belki bizim kadar yaşamsal değildir. Çünkü onlar hem teknikçe ileridirler hem de bizim gibi dünya nüfusunun yüzde 85-90’ını oluşturan geri, mazlum memleketleri sömürüp soymaktadırlar. Bizim doğal zenginliklerimizi, hammaddelerimizi yok fiyatına alıp götürmektedirler. Ayrıca da pazar olarak kullanmaktadırlar bizi… Kendi mallarını bize ateş pahasına satmaktadırlar… O memleketlerin halkları da yapılan bu hayâsızca sömürüden az da olsa pay almaktadırlar… O yüzden oralarda asgari ücret ve çalışanların saat ücreti ya da aylık geliri, bizimkinin ortalama on katıdır. İşte bu sebepten o ülkelerde, halklara yapılan baskı, bizdeki gibi şiddetli, ağır değildir. Çünkü bizde; resmi açıklamalara (DİE) göre çalışma yaşındaki nüfusun yüzde on ikisi işsizdir.
Burjuva yazar ve ekonomistleri (Fehim Genç, Güngör Uras vb.) ise işsizlik oranının yüzde 22 olduğunu öne sürüyorlar. Bize göre bu rakam da gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Türkiye’de çalışma yaşında olan 50.3 milyon insanımız vardır. Bunlardan ancak 20 milyon 815 bini iş bulup çalışabilmektedir. Bu hesaba göre çalışma yaşındaki insanlarımızın ancak yüzde 40’ı çalışabilmekte, yüzde 60’ı ise işsiz durumdadır.
Çalışanların eline geçen ücret de işçilerimizin deyişiyle “SEFALET ÜCRETİ”dir. 70 milyon insanımızın ortalama yarısı yoksulluk, 8-9 milyonu da açlık sınırının altında yaşam savaşı vermektedir… Böylesine zalimane sömürüye ve geriliğe mahkûm edilen insanların doğal ve haklı tepkilerini-isyanlarını bastırabilmek için de, yine aynı düzeyde, zalimane baskı uygulamak gerekirdi. Parababaları da öyle yapmaktadır… İşte bu yüzden, bizim halkımız için Hürriyet, ölüm dirim meselesidir… Hava, su kadar elzemdir…
Tavşanın suyunun suyu kabilinden olan demokrasimizin bugünkü temeli, Kuvayimilliyeci geleneğimizin son yadigârı olan Birinci (İlk) Anayasamızla, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin yadigârı 1961 Anayasasıdır… Her ikisinin de geri yönleri atılmalı, halktan yana (halka hürriyet getiren) yönleriyse ilk ruhlarına sadık kalınarak geliştirilmeli ve öyle uygulanmalıdır. Kurtuluş Partisi de tam bunu yapacaktır. Örnekleyelim:
Yurtseveriz: Mukadderatımıza tek yabancı karıştırmayacağız. ABD ve AB Emperyalistlerinin aşağılık, iğrenç, insanlık düşmanı içyüzlerini teşhir edeceğiz… Onların bizi yönetmesine ve hayâsızca sömürmesine izin vermeyeceğiz… Onlardan uzak, mazlum Dünya Halklarına dost olacağız…
Devletçiyiz: Pahalı devletin yerine, insanlarımıza iş bulmayı, pahalılık yangınını söndürmeyi birinci görev bilen ucuz devleti geçireceğiz. Özelleştirme adı altında yerli-yabancı Parababalarına yeyim ettirilen kamu mallarını sömürgenlerin elinden geri alacağız. Ayrıca insanlarımızın mal ve hizmet alanındaki temel ihtiyaçlarını üreten kamu kuruluşları oluşturacağız…
Devrimciyiz: Her türlü maddi sömürüyü kaldıracağız.
Laikiz: Her türlü manevi sömürüyü kaldıracağız.
Halkçıyız: Ruhunu Batılı Parababalarına satmış bir avuç yerli Parababasının (Finans-Kapitalistin) ve onun müttefiki Babil artığı Tefeci-Bezirgânın oligarşik önderliği yerine; çalışan ve üreten çoğunluğumuzun (Halkın) Demokratik Önderliğini geçireceğiz.
Cumhuriyetçiyiz: Halk tarafından, Halk için Yönetim, Adalet, Eğitim-Kültür ve Sağlık sistemleri kuracağız.
Parolamız: Hür, güçlü, mutlu Türkiye’dir.
HÜRRİYETİN HEDEFİ: Fakir Halk
(Fakirliği Giderme)
1- DEMOKRASİ, iki yüz elli yıl önce yaşamış Fransız filozofu Condorcet’nin dediği gibi:“En kalabalık ve en fakir sınıfın maddî, manevî-ruhî, sosyal bakımdan iyileşmesi olmalıdır.”
HÜRRİYETİN RUHU: Seçim
(Oy Davarlığını Kaldırma)
2- SEÇİMLER: serbest, nispi ve tek dereceli olacak. Asker, polis, jandarma, mahpus ayırdı yapılmayacak.
3- SEÇİLEBİLİRLİK: 22 yaşında başlayacak. Siyasi mahpuslar ve (resmi yetkilerinden faydalanmamaları şartıyla) memurlar ve muvazzaf askerler de seçilebilecek.
4- MİLLETVEKİLİ DOKUNULMAZLIĞI: adi suçlarda tamamen kalkacak, siyasi kanaat ve faaliyetlerde mutlak kalacak. Milletvekili maaşı, ortalama hayat endeksinden yukarı çıkmayacak. Ödenek yerine, bütün taşıt, ulaştırma ve seyahat masrafları (devletçe sağlanamayan yerde, faturası devletçe ödenerek) bedava olacak. “Yirmi beş seneden beri ilk defa konuşuyorum”, “Ömrümüz Meclisin kahvesinde geçti” diyen Milletvekilinin yerine, iş ve üretime bağlısı geçecek. Her Milletvekili, 100 köyle bizzat iletişimde bulunacak, görüşecek ve seçmenlerine sık sık hesap vermeye gidecek. Veremezse, seçmenlerinin çoğunluğunun oyuyla geri çağırılabilecek. Partisinden çekilen, Milletvekilliğinden de çekilecek.
5- BÜYÜK MİLLET MECLİSİ: yürütme yetkisini de doğrudan doğruya kullanabilecek. Araştırma ve Soruşturmalar Meclis kürsüsünde kalmayıp, olay yerinde bilfiil yapılacak. Hükümetten şikâyet kişinin demokratik haklarını ilgilendirdiği zaman, yerinde incelemeyi Meclis üyeleri sonuçlandıracaklar.
6- KANUNLAR: bilhassa bir Kurucu Meclis toplanarak, baştan başa gözden geçirilecek. Kanun sayısı olabildiğince azaltılacak. Yargıtay Başkanının bile hangisinin yürürlükte olduğunu bilemediği mevzuat labirenti, ilkokul gören insanımızın bile yolunu bulabileceği kadar sadeleştirilecek. Halkın kolayca anlayacağı dile çevrilecek. Tüm antidemokratik kanunlar kaldırılacak. REFERANDUM esası konacak.
HÜRRİYETİN İNSANI: Örgütlü Halk
(Tepeden Tırnağa Örgütlenme)
7- HALK ÖRGÜTLERİ: Bugün devletin sırtına fuzuli olarak yükletilmiş hadsiz hesapsız görevleri kendi üzerlerine alacak. Öyle tam örgütlü halk haline girebilmemiz için, yalnız şehir ve köy ahalisi değil, öğretmen, adliyeci ve memurlar da özgür sendikalar, serbest birlikler, dernekler, kulüpler ile örgütlenecekler. O sayede en cılız birey bile örgütüne arkasını dayayarak, hakkını yorulmadan arayacak. Dağınık ulus, en doğal haklarını arayamayan mazlum ulus kavramı kalkacak.
8- KOOPERATİFLER: üzerinde özellikle durulacak. Kooperatif, bürokrasisi yıllarca süren, ağır masraflı girişim olmaktan çıkacak. Halkın en geniş yığınları kendi teşebbüsleri ve kontrolleri altında birleşecekler. Tüketim kooperatifleri iç ticaretin düzenlenmesinde esas rolü oynayarak; bir taraftan vurgunculuğu imkânsızlaştıracak, öte taraftan darmadağınık ufak sermayecikleri üretime katılmak üzere serbestleştirecek. Kredi kooperatifleri, halkın “köy bankası” adını takabileceği şekle dönüştürülerek tefeci ve bezirgân dümeni olmaktan çıkarılacak. Üretim kooperatifleri, öncekilerle işbirliği yaparak, köyde, şehirde küçük üretmenleri en modern teknik ve yöntemlerle donatarak güçlendirecek.
HÜRRİYETİN MÜEYYİDESİ (YAPTIRMA
GÜCÜ): Adalet Bağımsızlığı (Halkın Adaleti)
9- HÂKİMLER: Millet adına kanunları uygulayabilmek için, millet tarafından seçilecekler. Asker, sivil adalet ikiliği kalkacak.
10- HUKUKÇU SENDİKALARI: savcılar ve avukatlar da dâhil, bütün meslekten adliyecilerin sicillerini tutacak, terfilerinde esas alınacak başarı grafiklerini hazırlayacak ve mesleki çıkarlarını koruyacak.
11- ADALET KONGRESİ: Her yıl, bütün hukukçuların temsilcilerini toplayıp mevzuattaki genel gidiş ve uygulamalar üzerinde etütler yapacak ve ANAYASA MAHKEMESİ’nin antidemokratik konulardaki faaliyetini inceleyecek.
12- Basın ve siyaset davaları kesinlikle açık duruşmalarda görülür. Cezaevleri, insan yaşamasına uygun hale getirilecek, eğitimci bir müdürle kendi kendini yönetecek, çalışma esasına bir o kadar kültür eklenecek. Siyasî suçlarda kesinlikle ve adi suçların da iş ve kültür testlerinde başarılı olanlarında, sabıka denilen lânet damgası kaldırılacak. Irz suçu dışında idam cezası olmayacak.
13- JÜRİ yöntemi bütün mahkemelere sokulacak. Köyler ve uzak semtler için BİNDİRİLMİŞ (SEYYAR) MAHKEMELER bulunacak. Geçim endeksine kadar gelirlilere bedava dilekçe ve dava hakkı gibi, hukukçu sendikaları tarafından ücretsiz avukat imkânı da verilecek.
HÜRRİYETİN BEŞİĞİ: Kültür Bağımsızlığı
(Halkın Kültürü)
14- Hak arayan adliye gibi, GERÇEĞİ arayan ve gerçeği arayan İNSANI YARATAN öğretim, eğitim ve bilim kurumlarımız da, ülkemizde gerçekten KEŞİF ve İCAT ruhunu beslemek için tam bağımsızlığa kavuşacak. Bütün eğitmen, öğretmen ve profesörler; kendi KÜLTÜR SENDİKALARI’nda kişiliklerini ve menfaatlerini (çıkarlarını) koruyacaklar.
Hükümet, bir öğretim kanunu ile, öğretim kollarını, öğretmen niteliklerini, okul masraflarını belirtmekle kalacak ve özel müfettişleriyle yalnız o kanunun uygulanmasını kontrol edecek. Başka şekilde, öğreticilerin hayat, istikbal (gelecek: sosyal güvenlik) ve faaliyetlerine karışmayacak.
15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek.
İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin tarla ya da fabrika vb. sistemine göre,
TEKNİK ve ORTAÖĞRENİM: Memleket sanayi plânında ayrılmış o yerin pratik ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak.
YÜKSEK ÖĞRENİM: yabancı yayınları aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği yerine, memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek, Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye fiilen yarar ORİJİNAL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize bağlayarak BİLİM YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak.
16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim güdülecek.
“Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı ile, SINAV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek.
Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile girip belge alabilecek.
Her yerde HALK ÜNİVERSİTELERİ kurulacak.
17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK.
18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek.
19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak.
20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.
HÜRRİYETİN KONTROLU: Prensipli Basın-Yayın (Parababalarının emrinde, onların çıkarlarını savunan değil; halkın çıkarlarını savunan ve halk örgütlerinin yönetiminde olan Medya)
21- Kanunlar, hiçbir prensip ve fikir tartışmasını önleyemeyecek. Basında küfür ve kişilik haklarına saldırı ile en yaşamsal sorunlarda gerçeği saklama (susuş konspirasyonu) aşağılanmasını gidermek üzere, ilk tedbir (olarak) bütün yazarlar sendikalandırılacaklar ve kamu görevi gören gazetelerin ideolojik hattının belirlenmesinde ve yönetimlerinde oy sahibi edilecekler. İlâncılık millileştirilecek ve medyanın halk örgütlerine mâl edilmesini teşvik hedefinde kullanılacak. Cinayet, şiddet, açık saçıklıkla, ABD ve AB Emperyalistlerinin sömürgeci, insan düşmanı emperyalist kültürlerinin savunuculuğunu yapan; yazılı, sesli ve görüntülü yayım durdurulacak, oradan tasarruf edilen milli enerjiler idealistliğe yükseltilerek, üretim hayatımızı, iş kahramanlarımızı belirten konulara aktarılacak. Tabiî kendi halk kültürlerimizle birlikte Uluslararası İşçi Sınıfı Hareketinin ve Demokratizmin kültürü de savunulacak.
HÜRRİYETİN UYGULANIŞI:
Hoşgörü ve Sağlık
22- HÜKÜMET TARZI: İlk Milli Mücadele yıllarındaki eleştiriye dayanma ruhuna sadık kalınacak. Basmakalıp damga ve umacı politikası ile yıldırma yöntemleri kaldırılacak. Bakanların kanun üstü durumlarına son verilecek; maaş ve ödenekler Milletvekilininkinden farklı olmayacak, yolluk orta bir memura verilenden yukarı çıkmayacak. Birinci Büyük Millet Meclisinde olduğu gibi, her bakan Meclis önünde teker teker sorumlu olarak seçilecek.
23- Kamu Emekçilerinin kendi kendilerini yetiştirip, çıkarlarını koruyup toplum yararına geliştirecekleri; bugünkü gibi ismi var cismi yok (yetkisiz) değil, gerçek KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKALARI kurulacak. DEVLET Mensuplarının karınları ve kafaları doyurularak halk hizmetinde verimleri arttırılacak. Memurla sivil kişi arasındaki adalet ikiliği ve hak uçurumu kaldırılacak.
24- Çok eski zamanlardan kalma VALİ, KAYMAKAM gibi saltanat makamları kaldırılacak. Yerlerine, muhtarlarımız, belediye başkanlarımız gibi, halk tarafından seçilmiş yerel heyetler-yöneticiler geçecek; yerel polis o seçilmiş yöneticilerin emrine verilecek.
25- İLK ANAYASANIN ve 1961 ANAYASASININ temel hak ve özgürlüklere ilişkin maddeleri halktan yana geliştirilerek, İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ’nin halk için öngördüğü hükümleri, kısıntısız olarak, kitaptan hayata geçirilecek.
26- SAĞLIK işleri: kültür ve adaletimiz gibi, özel bir kanunla Sağlık Emekçileri Sendikaları yardımı ile, özerk ulusal iradeye kavuşacak, AİLE HEKİMLİĞİ kurumu kurulacak ve her yuvayı doğal abone sayıp; koruyucu hekimlik hizmetleri geliştirilecek. Hastaneler tıp ve halk örgütlerinin kontrolü ve seçimiyle yönetilecek.
27- Her türlü sağlık hizmeti parasız olacak. Sağlık da eğitim gibi kamu hizmeti olacak. Sağlıktan para kazanma yasaklanacak.
28- SPOR: Kulüplerimize memleket ve dünya ölçüsünde tam hareket serbestlikleri tanınacak. Spor, kalp vb. iç organları yıpratan, zekâ aleyhine adale urlaşmasına yol açan ve birkaç “kahraman” yetiştirmek için yüz binlerce kişiyi seyirci durumunda battallaştıran; afyonlaştırılmış, kumarlaştırılmış şeklinden çıkarılacak. Sporla hareketlerimiz şiirleşecek ve zekâmız sosyalleşecek. Milyonlarımızın vücut ve dimağ (zihin, bilinç) ahengini arttırmak için, her çağda ve her sağlıkta insanımıza spor alanı, âleti ve imkânı sağlanacak.
HÜRRİYETİN GÜCÜ:
Demokratik Ordu (Halkın Ordusu)
29- Modern orduda her tek erin bilinci zaferi yarattığına göre: Bilfiil çalışanlar askere gidince, geride kalanlarına en az geçim endeksiyle uyumlu yardım yapılacak. Terhis edilince makul tazminat ödenecek. Hizmet ocağı, sosyal ve teknik okul haline getirilecek.
Erinden Mareşaline kadar bütün ordu mensupları da sendikalı olacak.
HÜRRİYETİN SEMBOLÜ:
Vicdana Karışmayış
30- Her yurttaş, yer, içerken olduğu gibi, dinî ve manevî ihtiyaçlarını giderirken devlet ya da şahıs karışmasına uğramayacak. Ancak din, insanlarımızın özel hayatı içinde kalan bir konu olacak. Kamu düzeni, aklın, bilimin ve insanî değerlerin kaynaklık ettiği kurallarla sağlanacak.
HÜRRİYETİN DÜNYASI:
Gerçekçi Dış Siyaset (Ağır Sanayi Pusulası)
31- ABD ve AB Emperyalistlerinin, Sevr’i yeniden gündeme getiren, bizi mahvetmek isteyen sinsi, aşağılık planlarına karşı, İkinci Kuvayimilliye Seferberliğini başlatacağız. Onların sırtlan heveslerini, birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi yine kursaklarında bırakacağız…
Ülkemize ve halkımıza karşı düşmanca düşünceler taşımayan, ağır sanayi hamlemizi hakkıyla desteklemek üzere, en az faizle, en uygun yatırımı yapan (Yabancı sermaye maddemize bakıla) ülkelerle dostane ilişkiler kuracağız. ABD ve AB Emperyalistlerinin kötülüklerinden zarar gören bizim gibi mazlum ülkelerle de içten dostluklar kuracağız. Emperyalist saldırganlara, sömürücülere karşı ortak savunma politikaları ve örgütleri oluşturacağız. Dünyaya, ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü’nün) anatüzük girişini hatırlatacağız:
“Fukaralık nerede bulunursa bulunsun, herkesin refahı için bir tehlikedir.”
HÜRRİYETİN RAKAMI:
Namuslu Sosyal İstatistik
32- Türkiye’mizde olanları peçeleyip tedbirleri felce uğratan en derebeyice zulümlerden biri de “RAKAMLARIN ZORBALIĞI”dır. İstatistiklerimizde geçim seviyeleri, gelir dereceleri, üretim, teknik, aile ve örgüt dereceleri belirtilecek. Böylelikle hem medeniyet aşkımız özentilikten kurtarılacak, hem hükümetimiz kör yoklamaları ile bocalamama imkânını bulacak, hem de milletimiz, alın yazısını düzeltme çarelerini kavrayacak.
KISIM: II
EKONOMİ
Bugün bin insanımızın dokuz yüz doksan altısının uykusunu kaçıran iki müzmin illetimiz (kronik hastalığımız) var:
1 – İşsizlik korkusu,
2 – Pahalılık kâbusu.
BİRİNCİ AYRIM
İŞSİZLİK
GEREKÇE: İşsizlik “ÜMMÜLHABÂİS=KÖTÜLÜKLERİN ANASI”dır. Yarım milyon sanayi işçimiz var. “Bütün yurt mâhkemelerine bir yılda bir milyona yakın iş gelmektedir.”(Ulus, 21.12.1946) İlkokula giden 1 milyon çocuğumuzun 75 bini zor mezun olur. Ona karşılık: Tütün tüketimi, 1938’in 12 ayında 13,5 milyon kilodan 1942’nin yalnız 5 ayında 17,5 milyon kiloya çıkar. Rakı, aynı dönemlerde 7,4 milyon litreden 9 milyon litreye fırlar. 1938’den 1939’a kadar teşviki sanayi işletmelerinin ürünü yüzde 16, suçlar yüzde 31 artar. Bütün bu hâl, işsizliğin millete dayattığı taksitli intihardır. Hapishaneyi (16 yaşındaki Necdet gibi) “cennet” sayan işsizler ülkesindeyiz. Onun için, vatanımızın can düşmanı işsizliğe karşı KUTSAL SAVAŞ ilân etmek boynumuza borçtur.
Bugünse aradan yarım yüzyılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen değişen bir şey olmamıştır. İşsizlik insanlarımızı can evinden vuran birinci derdimizdir hâlâ… İşte rakamlar:
Dört milyon kayıtlı sanayi işçimiz vardır. Fakat her yıl mahkemelere altı milyon dava gelmektedir.
2000-2001 eğitim yılında ilköğretim okullarında öğrenim gören toplam 10.489.721 öğrencinin, 1.071.189’u mezun olmuştur. Fakat bu başarı oranı sınıfta kalma kaldırıldığı için sağlanabilmiştir. Mezun olanlarınsa önemli bir bölümü, okuma yazmayı ancak sökebilmiş, dört işlemiyse ne yazık ki öğrenememiştir bile.
Sigara, içki, uyuşturucu madde tüketimi yine aynı hızla artmaktadır bugünlerde de… Tabiî işlenen adî suçların sayısı da… 2002 yılı 96.007’si erkek, 2948’i kadın olmak üzere toplam 98.955 hükümlü cezaevine girmiştir…
Birinci bölümde de söylediğimiz gibi çalışma yaşındaki her beş kişiden biri (gerçekte ise her beş kişiden üçü) işsizdir. Üniversite mezunu gençlerimiz arasında bile işsizlik oranı üçte birden aşağı düşmemektedir.
1- KUTSAL SAVAŞ İLÂNI: Bütün memleket radyoları, televizyonları şu büyük ulusal gerçeği her gün haykıracaklar:
“Tarlada, fabrikada, karada, denizde, havada çalışmak, masa başında, salonda, sarayda oturmaktan şereflidir!..”
“İnsan için, işten gayrisi yalandır!”
2- İŞSİZE SES: En büyük şehirlerimizin en kıyı mahallelerinden, en ücra köyümüzün dağ başına kadar, her nerede bir tek yurttaş işsiz kalırsa, orada, özel, resmî, bütün telefon, telgraf, internet vb. iletişim ve ulaştırma araçları, derhal, bedavadan o yurttaşa açık tutulacak. Masraflar, belediyelerce ödenecek.
3- İŞSİZE İMDAT: İşsizliğe karşı mücadele için, köylere kadar otomatik işleyen bağımsız halk örgütleri kurulacak. Yangın çıktığı vakit, bütün taşıtlar nasıl itfaiyeye yol veriyorsa, tıpkı öyle, bir işsizin haberi geldi mi, bütün devlet aygıtı ile halk, belediye kurumları, işsizin imdadına, yangına koşarca, yıldırım hızıyla koşacak. İşsizliğin görüldüğü ocağa veba girmiş, deprem vurmuş, bomba düşmüş gibi, yardım ekipleri yarışacak.
Hükümetin birinci görevi: işsize iş bulmak olacak.
4- İŞSİZE TAZMİNAT: İşsizlik, Toplum halinde yaşayan hiç kimsenin tek başına kabahati olmadığı için, her işsize; iş bulamayan ilgili kurum ve makamlar, en az geçime elverişli bir ücret ve tazminat ödeyecek. Bu konuda ihmali görülenler, başta Cumhurbaşkanı ve Bakanlar gelmek, bütün devlet erkânı da dahil olmak üzere, zincirleme kendi ceplerinden işsizlik tazminatını ödemeye sembolik nitelikte de olsa katılacaklar.
5- İŞSİZE İŞ: Memleketimizden her yıl ihraç edilen 65 milyon kilo üzüm, 30-40 milyon kilo incir, 40-50 milyon kilo tütün, hatta maden vb. gibi birçok ilk ve hammaddeler, dış pazarlara gitmezden önce kendi işçilerimizce âzamî derecede elden geçirilip işlenecek, standardize edilecek. Böylece, hem kalitesi artacak mallarımıza daha çok müşteri bulunacak, hem hayat pahalılığımızı arttırmakta hayli rol oynayan döviz açığımız kapanacak, hem de kendi işsizlerimiz eli böğründe beklerken, başkalarına iş vermek durumundan kurtulunacak.
Elli yıl önceki gibi bugün de dış ticaretimiz sürekli açık vermektedir. Hem de her geçen yıl daha da artarak. Bir örnek: 2003’te bu açık, 21.850.472.000 dolardır. İhracatın ithalatı karşılama oranıysa yüzde 68.2’dir. 2004’teyse durum daha da kötüleşmiştir bizim açımızdan: Açık 34.287.000.000 dolara çıkmış, ihracatın ithalatı karşılama oranıysa yüzde 64.8’e düşmüştür.
Batılı Emperyalistler, ülkemizin sanayice gelişmesini istemezler. Çünkü kendilerinin açık pazarı, ucuz hammadde kaynağı olmamızı ve halkımızın geri teknikle-binbir zahmetle ürettiği ürünlerimizi yok fiyatına alıp götürmek isterler… Ayrıca dış pazarlarda kendilerine rakip olmamamız için de bizi Ortaçağ karanlıklarında tutmak isterler. İşte bu sebepten onlar bizim dostumuz değildir. Onlar yine aynı sebepten hiçbir mazlum ülkenin dostu değildir. 1950’den bu yana onların emrine ve hizmetine girmiş siyasi iktidarlar yüzünden ülkemiz bir bunalımdan (krizden) diğerine sürükleniyor. Türk parası pula dönüyor… Dış borçlar durmadan artıyor. Hem de IMF’nin emrettiği onlarca “kemer sıkma” programının uygulanmasına rağmen. İşte rakamlar:
2000 yılında 118 milyar 802 milyon dolar olan dış borç stoku,
2001 yılında 113 milyar 895 milyon dolara
2002 yılında 130 milyar 353 milyon dolara
2003 yılında 145 milyar 805 milyon dolara
2004 yılında 161 milyar 748 milyon dolara çıkmıştır
Unutmayalım ki Türkiye, bu yıllarda sürekli (hiç ara vermeksizin ve çok sıkı bir biçimde) IMF programları (reçeteleri) uygulamıştır. Ama durum düzelmek bir yana daha da kötüleşmiştir. 2004 yılında gerçekleştiği söylenen rekor büyüme de yalnızca Parababaları emrine girmiş ekonomistlerin iddiasıdır. Halkçı ve namuslu ekonomistlerse böyle bir büyümenin olmadığını ileri sürmektedirler. İşsizlikteki artış ve hayat pahalılığının olanca yakıcılığıyla sürmesi de zaten bunu göstermektedir…
Türkiye’nin 2004 yılı GSMH’si; 299 milyar 475 milyon dolardır, Türkiye İstatistik Yıllığı’na göre. Bu rakamları doğru saysak bile, bundan kişi başına düşen yıllık gelir 4278 dolar eder.
Kişi başına düşen milli gelir miktarı dünyanın başhaydudu ABD’de 38.000, onun Ortadoğu’daki karakolu olan İsrail’deyse 20.000, Yunanistan’da 14.000 dolardır.
Bu da göstermektedir ki ABD ve benzeri emperyalistler bizim gelişmemize-güçlenmemize asla izin vermezler. Tabiî onların yönetiminde olduğumuz sürece. Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır. Onlar, dost değil, tam tersine her yönden varlığımıza kasteden düşmanlardır. Türkiye’nin güçlenmesi değil, Sevr’de yapmak istedikleri şekilde parçalanması ve İç Anadolu’ya hapsedilmesi onların işine gelir. Çıkarlarına uygun olur.
Kurtuluş Partisi, Halkımızla beraber ABD ve AB Emperyalistlerinin “Bu Hayasızca Akın”ını durduracak, kuşatmayı yaracak, ülkemizi bağımsızlığa, halkımızı mutluluğa ulaştıracaktır.
İKİNCİ AYRIM
PAHALILIK
GEREKÇE: Hayatın pahalanması, fiyat rakamının şu ya da bu olması değil, insanımızın geliri ile alım gücünün düşük, yerli-yabancı Parababalarının sömürü ve vurgunlarıyla iratçılık ve devlet masraflarının yüksek olmasıdır. Onun için:
1- GELİR POLİTİKASI: Memleketin her bölgesi için özel GEÇİM ENDEKSLERİ çizilecek. Endeksleri, yalnız bakanlık ya da ticaret odaları değil, işçi, memur, esnaf, aydın ve köylü örgütleri de hazırlayacak. Herkesin EN AZ GELİRİ o geçim endekslerine göre uygulanacak.
2- FİYAT POLİTİKASI: İnsanlarımızın ihtiyaçlarından hangi kısmının, en az gelirinden ne kadarı ile karşılanacağı, barometrenin ibresi gibi, göz önünde tutulacak. Meselâ: Kira, ısıtma, aydınlatma, su ve iletişim masraflarını içine alan BARINMA giderleri, kişi gelirinin en çok 10’da birini; yiyecek, içecek masrafları en çok 5’te birini; devlet masrafları ve vergiler en çok 10’da birini geçmeyecek.
3- İRAT POLİTİKASI: Kiralar iki cins akara (yani, kira getiren mülklere) göre ayarlanacak.
a) İhtiyaç akarı: İşçi, memur ve esnafın aile tasarrufu ile kurdukları yapılardır. Bunlarda bütün kiralar, geçim endeksine ulaşıncaya kadar, serbest bırakılacak.
b) İrat akarı: Geçim endeksinden yukarı gelir sağlayan kira yerleridir. Bu akarın kira hadlerini ev kadınları temsilcileriyle tüketici örgütleri takdir edeceklerdir. Anlaşmazlık çıkarsa, jürili mahkeme karar verecektir. Yıllık kira, gerçek bina maliyetinin 20’de birinden yukarı çıkarılmayacaktır.
4- DEVLET POLİTİKASI:
a) Dolaylı Vergiler: Türkiye’de 13 senede (1941-1954 arasında) bütçenin yarısından üçte ikisine çıktığından, ilk hedef olarak bu oran tersine çevrilecek.
Bugün yıl 2005’tir. Yani aradan elli yıl geçmiştir. Toplanabilen tüm vergilerin tamamı bile bırakalım bütçeyi karşılamayı, borçların faizlerine ancak yetmektedir. Bazı yıllar da yetememektedir… Bu yürekler acısı durum Türkiye’nin şu anda nasıl bir borç batağına sürüklenmiş olduğunun göstergesidir. Bütün bu geriye gidişte, dolaylı vergilerin dolaysızlara oranı aynı kalmıştır. Yani bugün de dolaylı vergiler, toplanabilen bütün vergilerin yüzde 66’sını bulmaktadır. Bu durum yerli-yabancı Parababaları çetesinin ve onların emrindeki siyasi iktidarların halka karşı acımasızlıklarının bir göstergesidir.
b) Dolaysız vergiler: Aylık geçim endeksi derecesine kadar olan gelirlerden (bugünkü rayiçle 1500 YTL’ye kadar) alınmayacak. Ondan yukarısında artan oranlı vergi uygulanacak.
c) Bütçede her tek milyon masraf fiyatları iki milyon yükselttiğine göre, bütçeyi ilk aşamada beşte bir azaltarak, benzer biçimde fiyatların en az üçte bir düşmesi sağlanacak.
d) Özellikle son on yıldır olduğu gibi, Bütçenin ortalama yarısı, IMF patronlarının emrettiği üzere, yerli-yabancı Parababalarına olan borçların faiz ve anapara ödemelerine gitmeyecek. Bütçenin tamamı yatırımlara ve halkın refah düzeyinin bir an önce yükseltilmesine harcanacak.
e) Enflasyon: Bugün yapıldığı gibi IMF ve Dünya Bankası emirleri doğrultusunda Halkın alım gücü (tüketimi) düşürülerek, Halkımızı bir şey alamaz, yiyemez, tüketemez duruma getirip enflasyonu güya düşürme düzenbazlığına son verilecek. Üretim artırılarak mal bolluğu yaratılacak ve gerçek ucuzluk sağlanacak.
f) Devlet mamulleri: İşverenlere maliyetinden ucuz, Halka pahalı satılmayacak.
5- HALK POLİTİKASI:
a) Halk örgütü: İşçi, köylü, memur, esnaf, aydın bütün meslek kesimlerimiz “Merih” yıldızından uzman getirtmeyi beklemeden, kendi girişim ve kontrolleriyle TÜKETİM KOOPERATİFLERİ halinde örgütlendirilecek.
b) Fiyat Denetimi: Memur ve tüccarlardan alınıp, anılan halk ve kadın temsilcileri ve örgütlerine verilecek.
c) Konut Sorunu: Bir zamanlar büyük şehirlerimizde yangına karşı zengin fakir herkesin katıldığı gönüllü örgütler nasıl vardıysa, tıpkı öyle, evsizlere imece yoluyla inşaat seferberliği bir çeşit gönüllü ulusal spor derecesine çıkarılacak. Maliyeti çok, ömrü az, sağlıksız gecekondu ve izbecikler yerine, nazım imar planına uygun, ucuz, konforlu, depreme ve diğer doğal afetlere dayanıklı, güvenli çok katlı blok inşaat; halk örgütleri, belediyeler ve devletçe desteklenecek.
d) Büyük vurgunla mücadele: Esnafçık 10 kuruşluk malı 15’e satınca, memurcuk 100 kuruşu zimmetine geçirince nasıl mahkemeye düşüyorsa, tıpkı öyle, 7 üzüm tüccarının kayrılarak, bir kalemde yarımşar milyon kazanması, 1 milyon kişinin fındığına yarı fiyat verilip, iki misli kâr edilmesi, bir bankerin 3 günde şayia ile 300 bin lira vurması, 13 milyon köylünün buğdayından 3 yabancı, 3 yerli firmanın 31 milyon ele geçirmesi gibi haksızlıklar da normal ticaretin gereği sayılmayarak adalete teslim edilecek.
Yukarıda anlatılan soygun ve vurgunlar 1950’lerin olaylarıdır.
Bugüne (2005’e) gelirsek:
Ankara Ticaret Odası’nın hesaplamasına göre Türkiye, son beş yılda 184 milyar dolar iç borç faizi, 33.3 milyar dolar dış borç faizi olmak üzere, yalnızca faize 217.3 milyar dolar ödemiştir. Buna banka hortumcularının (bankasının içini boşaltan banka patronlarının) resmi açıklamalara göre 46, ATO’nun iddiasına göreyse 75 milyar dolar olan vurgunlarını da eklersek, Türkiye Halkı, son beş yılın bir yılında yalnızca faizcilere ve banka soyguncularına çalışmıştır. Yani ortalama 70 milyon insanımız, bu beş yılın bir yılını bunlara vermiştir, bunlara çalışmıştır. Tabiî devletin tepesinde bulunanlar da bunlarla ortaktır. Düşünün, bunlar yalnızca iki kalemde yapılan vurgundur… Daha ihale vurguncularının, arpalık vurguncularının, özelleştirme vurguncularının ve benzeri bir sürü vurguncunun yaptıkları var. Bunları da eklersek yukarıdaki rakam ortalama ikiye katlanır. Yani Halkımız son beş yılın iki yılını bu sömürgenler için heba etmiş olur… Unutmayalım ki bunlar normal işleyen bir kapitalist sistem içinde yapılan sömürü değildir. Vurgundur, soygundur…
Aynı süre içinde Türkiye, tüm kamu çalışanlarına (personeline) 82 milyar dolar vermiştir. Yatırımlara ise yalnızca 22 milyar dolar ayırabilmiştir.
Peki bu süre içinde Türkiye’nin borçları azalmış mıdır?
Hayır tam tersine her geçen yıl daha da artmıştır. Şu anda Türkiye’nin iç ve dış borçları toplamı, bir yıllık GSMH’sini aşmıştır. Böyle düzen (sistem) olmaz. Yani ayakta duramaz. Mutlaka çöker. Halkımız böyle bir kanser düzenine sürgit sessiz kalamaz, tahammül edemez… Er ya da geç bu hayâsızca gidişin hesabını sorar…
Bunu iyi bilen yerli Parababaları ve onların emrindeki siyasiler de bir an önce alacakları tatlı komisyon karşılığında ülkeyi, AB’ye peşkeş çekerek (vatanı ve halkı satarak), kendilerini kurtarmak istiyorlar… Yaptıkları ihanetlerin, vurgunların, ülkemizi içine iteledikleri bataklığın hesabının sorulmasından kurtulmak istiyorlar. Yerli Parababalarının bu paniğini anlayan yabancı (Batılı) Parababaları da, işi ağırdan alarak, isteklerinin tümünü eksiksiz elde etmek istiyorlar. Bunları bir anda-seferde öne sürerlerse, infial uyandıracağını bildikleri için de işi zamana yayıyorlar. Satılmış medyanın dönekler ordusundan oluşan yazar-çizer-yorumcularıyla, yerli-yabancı Parababalarının aylıklı hizmetkârlarına dönüşmüş profesörler, uzmanlar, durup dinlenmeden, yapılan ihaneti Halkımıza “ilerleme, medeniyet ve barış projesine ortak olma” diye yutturmak için çalışıyorlar.
Kurtuluş Partisi bu gidişe son verecektir.
BİRİNCİ SONUÇ
SANAYİLEŞME
GEREKÇE: İşsizliği bir numaralı düşman ilân etmek, hayat pahalılığını karantinaya almak, ortadan kaldırmaya yetmez. Her iki afetin kökü: Sanayileşme tempomuzun yavaşlığında gizlenir. Kronik üretim kıtlığı: İşsizliği, işsizlik: Çalışanların kazanç düşüklüğünü peşinden sürükler. O zaman, işsizlikle pahalılık birbirini doğuran mel’un çember (fasit daire, kısır döngü) halinde insanlarımızın boyunlarına asılmış lânet halkası olur. Nitekim:
1- HAYAT PAHALILIĞINDAN EN AZ ETKİLENENLER SANAYİ MEMLEKETLERİDİR: İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının 1939-1942 yılları arasında hayat pahalılığı yüzde hesabıyla, savaşa giren İngiltere’de 17, Almanya’da 8 iken, Türkiye’de 500’ü buldu. Macaristan’da 44, Bulgaristan’da 54 idi. Savaşa girmemiş vatanımızın, savaş görmüş küçük komşularından 8-10 misli, büyük Batılılardan 30-60 misli fazla pahalılığa boğulması, yerli-yabancı Finans-Kapitalistlerle (Parababalarıyla) Tefeci-Bezirganların zalimane sömürü ve çapulları gibi, ekonomik ve toplumcul sebepler dışında, bilhassa üretimimizin modernleşmemiş olmasından ileri gelir.
2- İŞSİZLİĞE ÇARE, İŞ HACMİNİ GERÇEKTEN GENİŞLETMEKTİR: Bizde yapıldığı gibi, işsizlik tehdidi altında bir kısım çalışanları günde 13 saat çalıştırarak yıpratırken, öteki kısmını yarım gündelikle kısmî işsizliğe mahkûm etmek, işsize iş bulmak sayılamaz. Bir yumurtayı 10 kişiye taşıtmamak ya da işçiyi gücü üstünde yorgunlukla ezmemek için, tek çare, memlekette iş hacmini sahiden genişletecek, sürekli olarak artan hızlı sanayileşmedir.
Batı’nın 400 yılda aştığı basamakları biz birkaç 4 yılda atlamak zorundayız. Bu mecburiyete inanarak, her sosyal sınıf, zümre ve tabakanın en yurtsever, en namuslu, en canlı ve en ileri, en fedakâr unsurlarını içine alan genel bir ulusal seferberlik açmak zorundayız. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra BAĞIMSIZLIĞIMIZI kurtarmak için, nasıl demir çarık, demir asa, BATILILARA KARŞI Birinci Kuvayimilliye Hareketimizi başardıysak, aynı inançla bugün de GELECEĞİMİZİ kurtarmak için, önce BATILILAR DERECESİNE yücelmeyi ve sonra da onları geçmeyi hedefleyen ekonomik bir kutsal savaşa, İkinci ENDÜSTRİYEL KUVAYİMİLLİYE Hareketine zorunluyuz. Türkiye’nin sanayileşmesine sözde (görünüşte) hiçbir Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân partisi karşı değil. Fakat bu partilerden ayrıldığımız iki ana prensip var:
1- TEMEL FARK: Bu sermaye partileri, Batılı Emperyalistlerin (ABD ve AB’nin), onların uzmanlarının buyruklarına uyup, küçük sanayiyle, turizmle, hizmet sektörüyle çöplenmemizi, makineleri dışarıdan getirmemizi yeterli buluyorlar. Kurtuluş Partisi AĞIR BÜYÜK SANAYİYİ, modernleşmemizin temeli ve ekseni sayar.
2- YÖNTEM FARKI: Sermaye partileri, yukarıdan; kırtasiyeci ve asalak Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgan durgunluğuna yaslanarak, kaplumbağa yavaşlığı ile gidişimizi yeterli buluyorlar. Kurtuluş Partisi, birkaç yılda çağ değiştiren Kuvayimilliyeci geleneğimize lâyık bir hamle ile, çalışan halkımızın özverili dinamizmini hareketimize motor yapmak istiyor. Halkı, iktidara kadar üzerine binilip, iktidara gelince geri çevrilen bir araba değil, ekonomik ve sosyal hayatımızın özü sayıyor.
Tarımımızı da ilerletmek için, vatanımızda AĞIR SANAYİ; birinci olarak zorunludur. Çünkü: Makine yapan memleket, yapamayanı haraca bağlayabilir. İkinci olarak, bizde ağır sanayi mümkündür de. 1950 yılında sanayi üretimimiz, ihtiyaçlarımızın 3’de ikisini, çelik, makine ve kimya üretimi, ihtiyacımızın 3’te birini karşılıyordu. Ne çare ki, sanayi faaliyetimiz 1938 yılı yüzde 15.6 iken, 1952 yılı 12,9’a düştü. Bu oran sömürge Tayland’da 14.8, Filipin’de 18.5, Yunanistan’da 23.9 iken, bizdeki gerisin geri gidiş: CHP’nin DEVLET SERMAYEDARLIĞI gibi, DP’nin sözde LİBERALİZMinin de derdimize deva bulamadığını gösterir. Çünkü her ikisinde de ekonomi asalak, vurguncu Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân Sermaye eline geçmiştir. DP döneminin CHP döneminden farkı, yalnız ekonomi yönetiminin değil siyasi iktidarın da Finans-Kapitalistler ve Tefeci-Bezirgânlar eline geçmiş olmasıdır. Celal Bayar Finans-Kapitalin, Adnan Menderes Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisiydiler. Tabiî bu ittifakta liderlik modern Parababalarının yani Finans-Kapitalistlerindi…
DP sonrası iktidara gelen siyasi partilerin hepsi, önce de söylediğimiz gibi, onun devamcısı, hatta ondan çıkma partilerdi. Bu sebeple de hepsi DP’nin politikasını izledi. Zaten bu gerçeği, bunların tümü, hem de övünerek dile getirir.
Bugün, lise ve üniversite giriş sınavlarında on binlerce gencimiz sıfır çekmektedir. Birleştirilmiş sınıflarda, 60-70-80 kişilik sınıflarda, şu anki eğitim anlayışına göre bile ortalama 100 bin kişilik öğretmen açığıyla yapılan eğitimden, elbette ki başka sonuç beklenmemelidir. IMF emrettiği için devlet; öğretmen, doktor, hemşire alamamaktadır. On binlerce öğretmen, mühendis, hemşire ve sağlık teknisyeniyse işsizlikten kırılmaktadır. Psikolojik hastalıklara yakalanmaktadır. Yani beden ve ruh sağlıklarını yitirmektedir.
Oysa imkân verilse, çocuklarımız, gençlerimiz, yetişkinlerimiz, bilimde-teknik yaratıcılıkta dünyanın en ileri ülkeleriyle (onların insanlarıyla) yarışırlar. Geçenlerde bir Bilim Kadınımız (Prof. Dr. Gülsün Sağlamer): “İmkân verilsin, dünyanın en iyi üniversiteleriyle yarışalım. Ben üniversitelerimize böyle bir imkân verecek başbakanlar, hükümetler istiyorum, arıyorum” diyordu.
İşte Kurtuluş Partisi, tam da böyle bilim insanları arıyor-istiyor. Eğitimin her kademesinde dünyanın en iyileriyle yarışacak, bilim insanları, eğitimciler arıyor…
Askerlikte olduğu gibi ekonomide de, başarı için en etkili eleman; bilimli-bilinçli-kararlı insandır. Bilimin son sözüyle (verileriyle) üretilmiş tekniği-teknolojiyi çok iyi kullanabilen insanların her basamağında çalıştırıldığı bir ekonomi, dünyanın en kaliteli mallarını en bol miktarda ve en ucuza üretebilir. O zaman dünya pazarlarında herkes, sizin ürünlerinizi arar-ister-alır, tüketir. Bu, sizin ekonomik ve siyasi sisteminize de güven ve saygı duyurur ya da doğurur. Ülke içindeyse insanlarınız rahat ve mutlu yaşar.
ELVERİŞLİ SERMAYE
1- ÖZEL SERMAYE: Vergi kaçakçılığı uğruna, üretimimizi tahta perdeciklerle bölük pörçük eden, verem yuvası işletmeler, toplum bünyemizde çıban gibi açan BESLEME SANAYİ himaye değil, tasfiye edilecek. Vatanımıza en modern sanayiyi getirecek özel girişimler teşvik görecek.
2- YABANCI SERMAYE: Siyasî müdahale ve ekonomik ayrıcalık istemeyecek. Ağır sanayimize tekniğin son sözünü getirecek. Geldiği ülkedekinden düşük ücret ve çalışma şartları öne sürmeyecek. Medenî milletlerdeki rayiçten üstün faiz ve kâr almayacak. 10 yıl sonunda, (amortismanını bitirip) işletmeyi Türkiye Halkına devredecek.
BİLİNÇLİ TİCARET
3- DIŞ TİCARET: Yalnız malımızı alanın değil, malımızı değeriyle alanın malı, uluslararası eksiltme yoluyla alınacak. Ömrü altı ayı geçmeyen ve vurgunculuğun balık avladığı bulanık su haline gelmiş dış ticaret rejimleriyle, zaten bozuk ticarî dengemiz mahvedilmeyecek. İthalât ihtiyaçlarımız, açıkça belli sanayileşme plânımıza göre istikrarlı aşamalar zincirine konarak; ÖDENEK keyfî yönetimi imkânsızlaştırılacak. Lükse haraç ödenmeyecek. Yabancı fatura hileleri, dış ticaret ataşelerimizle sıkı kontrol edilecek. Hilenin önüne geçilemeyen branşlar, millileştirilecek. Dış ödemeler dünyanın en pahalı değil, en ucuz dövizi ile yapılacak. Döviz kaçakçılığını besleyen acentelikler kamulaştırılacak. Demir, çelik ve makine ithalâtı uluslararası eksiltme yoluyla millileştirilerek, özel ithalâtçı ve toptancı kârı, ağır sanayimize aktarılacak. Devlet tekelindeki ürünlerin ihracatı, üretmen sendika ve örgütlerinin kontrolü altında devlet eliyle yapılarak, hem bitmez dedikodular durdurulacak, hem de her yıl ihracatçı kârı olarak sermayedârların kasasına akan kaynaklar, gene sanayimize yatırılacak.
Böylece, yalnız dış ticaret kanalıyla elde edilecek milyarlarca dolarlık kaynak millet kalkınmasına yarayacak.
4- İÇ TİCARET: Yalnızca ulusal parayla yapılacak. Ulusal sermayemizi çarçur eden başıbozukça israflar önlenecek. Her yıl, milyarlarca yeni liramızı üretim dışı bırakan reklâm masrafları yerine, en ekonomik tanıtma ve satma örgütü olan kooperatifler kurulacak. Küçük tasarruflar, büyük üretime teşvik edilecek. Parababaları sömürgenliğini, vurgunculuğunu, iratçılığı ve asalak bezirgânlığı koruyan gelenekleri yok edecek yöntem ve kanunlar konulacak. Her köşede bir sarraf gibi, emlâk ve arazi hava oyunu ile ikramiye kumarını kışkırtan değer yaratmaz tembel iratçılık ağır vergilere tabi tutulacak. Hiçbir değer yaratmayan menkul kıymetler borsaları kapatılacak. DEVLET BANKALARI: Bir taraftan ulusal sanayileşme plânımızı desteklerken, diğer taraftan küçük şehir ve köy üretmenlerini üretim kooperatiflerine cezbeden hammadde ve yarı mamul madde istasyonlarıyla verimlendirecek. ÖZEL BANKALAR’dan her biri mevduatlarını, kendi seçecekleri üretim dallarında, para sahipleri için de daha istikrarlı bir verim sağlayacak olan üretim seferberliğimize destek yapacaklar.
UCUZ DEVLET
5- UCUZ YÖNETİM: Devlet, belediye, özel idare ve her türlü mahalli bütçelerle, her türlü Devlet ve yarı-resmi Ekonomi kurumlarında fuzuli, kırtasiyeci lükse, mirasyedice israflara son verilecek.
Bütçe, bugün olduğu gibi borç faizine, devletluların lüksüne ve Parababalarının vurgununa harcanmayacak. Yatırıma ve Halkımızın temel ihtiyaçlarının karşılanmasına gidecek. Böylece üretimimizle birlikte halkımızın mutluluğu da şahlanacak…
6- VERİMLİ MEMUR: Millî mücadeleyi zafere götüren hükümet kadroları bütçemizin yüzde 3-5’ini tuttuğuna göre, bu ilk Kuvayimilliyeci uygun devlet geleneğimiz ideal sayılacak. Üretim dışı memur sayısının şişmesi durdurulacak. Fiili üretimde daha yüksek hayat standardı sağlanarak, esasen yarısı sanayiden yapay olarak koparılmış bulunan memurlara, gönüllü olarak katılacakları büyük sanayi cephemizde gerçek yaratma alanı açılacak. Memurların hem vücutları MASABENTLİĞİN binbir sancılı artritizm (eklem kireçlenmesi) illetinden korunacak, hem ruhları olumlu yaratmanın manevî mutluluğuyla yücelecek.
Başta bakanlar gelmek üzere, büyük memurlara: İsveç’in tramvayda ölen Başbakanı, karısı hem öğretmenlik hem ev işleri görürken kendisi de her sabah bisikletle Bakanlığa giden Savunma Bakanı örnek tutularak, barem yapılacak. (Hatırlanacağı gibi 1986’da alçakça bir suikasta kurban giden İsveç’in namuslu ve halkçı bir diğer Başbakanı olan Olaf Palme de işine toplu taşım araçları ya da bisikletle gider gelirdi.) Büyük memurlar lehine küçüklerin tırpanlanması yöntemleri kaldırılacak. Bireysel olarak kamu emekçilerinin maaşlarında ulusal gelire oranla oluşan düşüş önlenecek. Böylelikle, kafa ve mideleri doyurulan memurlardan bazılarının sürçmeleri önlenecek. Kamu emekçilerinin terfi ve ücret artışında, kuru kıdem yerine çalışmaya ve başarıya önem verilecek. Başarı grafikleri esas tutularak, Kamu Emekçileri Sendikaları söz sahibi edilerek; azil ve tayinlerde kişiselliğe ve kişisel kanılara dayanan etkilere set çekilecek.
BÜYÜK SANAYİ
7- KAMU İKTİSADİ TEŞEKKÜLLERİ: Kamu İktisadi Teşekküllerinin yönetimleri halk örgütlerine verilecek. Hesapları, Sayıştay vizesinden geçecek. Teker teker işletmelerin teknik ve diğer alanlardaki yönetiminde, işçi temsilcileri çoğunlukta olacak.
8- PLANLI BÜYÜK SANAYİ: Ucuz devlet, bilinçli ticaret kanallarından ve toprak reformundan doğacak tasarruf ve döviz fonlarına dayanarak, memleket ihtiyaçları göz önüne alınarak 5’er Yıllık Ağır Sanayi Plânları yapılacak. Ve bu planlar mutlak surette uygulanacak.
Tabiî burada güdülecek esas amaç, en kısa sürede en gelişkin emperyalist devletlerin teknik seviyesine ulaşmak ve onları geçmek olacak.
Uluslararası eksiltme yoluyla, tekniğin son sözünü getirecek olan yabancı şirketlerle anlaşma yapılacak. Sermaye gelmediği zaman patent ve ihtisas parayla satın alınacak.
İKİNCİ SONUÇ
İŞÇİ MESELESİ
GEREKÇE: Üretimimizin modernleşmesi, yalnızca makine ve yöntemlerimizi ele almakla ve geliştirmekle gerçekleşemez. İlkel aletlerle, makinelerle ve yöntemsiz insan çalıştırmak nasıl geriliği ebedileştirirse, tıpkı öyle, insanı bilinçsiz makine gibi kullanmaya kalkışmak da, en değerli millî zenginliğimizin, yani işgücümüzün öncelikle verimini düşürür; sonra da asıl korkulan tehlikeyi: Makine düşmanlığını getirir. Nitekim, yıllardan beri tarımda ve sanayide makineleşmeyi ilerletemeyişimizin baş sebebi: Şehirde, köyde mutlak sömürüyü, az ücretle çok çalıştırmayı kaldıramamış bulunmamızdır. Batı’da, işçilerin mutlak sömürüye karşı direnmeleri başladıktan sonradır ki, işverenler kârlarını daha mükemmel makinelerle üretim yapmaktan başka yolda bulamayacaklarını anlamışlar, ve o işçi zoruyla, bugünkü çok gelişkin makine medeniyeti yükselebilmiştir. Onun için, ülkemizin de üyesi olduğu İLO’nun Birleşmiş Milletler Sosyal ve Ekonomik Şûrasına verdiği raporda bile şöyle denir: Çalışan sınıfların hayat şartlarının düzeltilmesi “Ekonomik kalkınmanın birinci hedefidir.” “İş şartları ve sosyal şartlar düzelmedikçe, yeni malzemeler verilmesi ve en iyi üretim yöntemlerinin kullanılması beklenen bütün sonuçları ortaya çıkarmayacaktır.”
“Birçok kimseler için adaletsizliği, yoksulluğu ve mahrumiyeti kapsayan iş şartları, öyle bir hoşnutsuzluk yaratır ki, bu durum barışı, Dünya ahengini tehlikeye sokabilir.”
1- SİYASET: Nüfus artışımızdan çok daha hızlı artan, en uyanık ve örgütlenmeye en yetenekli, en devrimci sosyal bölümümüz, İŞÇİ SINIFIMIZ, siyasetimize kuyruk değil, BAŞ olacak…
Siyaseti, günlük ekmeği kadar ciddiyetle benimseyen işçi evlâtlarına, Halk İktidarımız, bütün demokratik haklarıyla birlikte, memleket hayrına ekonomik hayatımızı da aşağıdan ve bütün halkımız gibi kontrol etme hürriyetini de vererek, ulusal sanayimizin en az Batılı ülkeler derecesinde verimli ve yüksek olmasını sağlayacak.
2- SENDİKA: Devletin ve işverenlerin emrinde sarılaşmış aristokrat işçilerin başını tuttuğu sahte işçi örgütleri olmayacak. İşçi Sınıfımızın kültür ve bilincini yücelten bir HAYAT OKULU, Halk Kurtuluş Örgütü olacak. İşçi Sigortaları başta gelmek üzere, iş ve işçi hayatımızı ilgilendiren bütün kurumları kontrol edecek. Ücret kesintileri, tazminatları, süre uzatmaları ve işten çıkarmalar, sendikaların rızası dışında yapılmayacak.
Sendika yöneticilerinin ücretleri, işkollarındaki işçilerin ücret ortalamasının üstünde olamayacak.
3- TEMSİLCİ BİRLİKLERİ: Sendikasız işçiler de, seçtikleri temsilciler aracılığıyla, gerek kendi çıkarlarını, gerekse ulusal üretimimizin ekonomik çıkarlarını güden İşçi Temsilcileri Birlikleri kuracaklar.
4- DANIŞMA: Ekonomik ve sosyal kanun tasarıları, Ticaret ve Sanayi Odalarından geçtikleri gibi, İşçi örgütlerinden de geçecek.
5- İŞ KANUNU: Özel, resmî, küçük, büyük çalışma hayatının bütün kollarında, tek işçiyi bile dışında bırakmaksızın uygulanacaktır.
6- BÜYÜK İŞÇİLER KONGRESİ: Her yıl toplanacak. Bu kongreye Sendikalar gibi İşçi Temsilcileri Birlikleri ve Siyasî Partiler de katılacak. Orada, iş hayatımızı ilgilendiren bütün mevzuat ve meselelere dair teklif ve dilekler hazırlanacak.
7- TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ: Toplu iş sözleşmesi, sendikalar eliyle, sendikasız yerlerde, temsilci birlikleri, yoksa en yakın sendika aracılığıyla yapılacak. Bu hakkın kullanımının önündeki: işkolu, işyeri barajları, üyelikte noter şartı vb. bütün antidemokratik engeller kaldırılacak…
8- ULUSLARARASI MEVZUAT: Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nun 1914’ten beri örgütlenme özgürlüğü, işsizlik, iş güvencesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği, en çok süre, en az ücret, kadın, çocuk, sigorta vb. hakkındaki işçi lehine kararları gerçek anlamda uygulanacak.
9- İŞ MÜFETTİŞLERİ: Özellikle hekimler arasından, İşçi Temsilcileri Birlikleri ve Sendikalar tarafından aday gösterilip, Bağımsız Hâkimler Heyeti kararı ile seçilecekler ve azledilecekler. Tek işçi bile, müfettişler aleyhine dava açabilecek.
10- ÇALIŞMA SÜRESİ: Çabuk yıpranma, damar sertliği, tansiyon, kalp krizlerine karşı tavsiye edilen haftada 5 günlük çalışma genel hale getirilecek.Haftalık çalışma süresi en çok 40 saat olacak. Fazla mesai; günde 3 saatten, ayda 3 günden fazla olamayacak. Fazla mesai ücretleri normal ücretin iki katı olacak. Kadın ve çocuklara yasak olan gece işi ile ağır işlerde, günlük çalışma, 7 saatten fazla olamayacak. Her çalışana yılda en az bir ay ücretli izin verilecek.
11- ÜCRET: Asgari ücret normal geçim endeksinden (şu andaki rakamla günlük net 50 YTL’den) aşağı düşmeyecek. Günümüzde uygulanmakta olan asgari ücretin böylece 4 mislinden fazla bir artış sağlanmış olacak. Normal geçim endeksi de üretimimizin verimindeki artışa paralel olarak yükseltilecek. Kişi emeğinin, sağlığının ve ulusal verimliliğin zararına olan prim usulü kaldırılacak. Ücretler, her hafta başı muntazam ödenecek. Genel tatil günleri tam ücretli olacak. Zorunlu haller ve işin niteliğinden dolayı o günler çalışana çift gündelik verilecek. Kadın, çocuk, din, ırk, farklarına bakmaksızın: AYNI İŞİ görene AYNI ÜCRET verilecek.
12- GREV: İşverenin kısmî, tam ya da gizli lokavtları açıkça suç sayılacak. İşçilerimizin alınyazıları arz ve talep kanununa bağlı kaldıkça, grev, hem işçilerimizin biricik meşru nefis müdafaası olacak, hem de işletmelerimizi mutlak sömürü yerine makine kullanmaya sevk ederek, millî ilerleme ve refahımızın canlı zembereği haline girecek. Bu kadar önemli bir hak, hiçbir bahane ile engellenemeyecek.
13- SAĞLIK ŞARTLARI: İş, yalnız yaşama çaresi bir angarya olmaktan çıkıp, yaşamanın en anlamlı şartı ve kişinin yaratma mutluluğu haline getirilecek. İşçilerimizin yalnız “Mikrop Yatağı” işyerleri değil, “Medeniyet Tarihini yalancı çıkaran” barınma yerleri de, iş müfettişi hekimler tarafından gözetilip iyileştirilecek. GECE işinin başlaması ve bitmesi, 18’den 08’e kadar sayılacak. Gece zammı yüzde 50’den az olmayacak. Çalışmanın kadın organizması için zararlı olduğu işkollarında kadınların çalıştırılması yasaklanacak.
14- ANALIK: Kadının özgürleşmesinin en önemli araçlarından biri olan üretime katılması teşvik edilecek. Kadın işçilerimize hor bakışlar, vatan hıyaneti sayılacak. Doğum öncesi iki, doğum sonrası üç ay ücretli izin verilecek. Bütün işyerlerinde, biri yetişemezse birkaç işletme birleşerek, bir tek anne için dahi kreş ve çocuk yuvası kurulacak.
15- ÇOCUK: Zorunlu temel eğitim 11 yıla çıkarılacak. İktidar olmamızdan önce okul yerine işe gitmiş, esnaf çırağı olmuş çocuklar da kurtarılacak. Bu durumdaki çocuklar, hem çalışıp hem de eğitimlerini sürdürebilmeleri için, yarım günleri normal ücretle, çalıştıkları fabrika ya da sanayi bölgesi okulunda eğitim görecekler. Böylece alanlarındaki en ileri teknolojiyi başarıyla kullanmayı öğrenecekler.
Partimiz sokaklarda hiç kimsenin yaşamasına izin vermeyecektir. Kimsesiz çocuklarımız, kamu ve yerel yönetim örgütlerinin finanse ettiği, eğitimcilerin yönettiği yuvalarda ve yurtlarda hem eğitimlerini sürdürecekler, hem de meslek sahibi edileceklerdir.
16- İŞSİZLİK SİGORTASI: İşçi, işsiz kaldıktan sonra, dünyanın en güzel sigortalarının bile uygulanması ve yararı bulunamayacağına göre, birinci derece önemli olan asıl işsizliğe karşı sigortalanma, işveren hesabına ve ulusal ölçüde kurulacak.
17- KISMÎ İŞSİZLİK: Tamir, temizleme bahaneleriyle de olsa, angarya hizmetler, sendikaların rızası dışında ücret kesintileri yaptırmak gibi, kısmî işsizlik yaratmak da suç sayılacak.
ÜÇÜNCÜ SONUÇ
KÖYLÜ MESELESİ
GEREKÇE: Dünyamızın beşte dördünü tutan bizim gibi geri ülkelerin tarım bölgelerinin ortalama tarım işçisi verimi, kapitalizmce ileri memleket tarım işçisinin on üçte biri kadardır. AB ülkelerinde 1 tarım işçisi, tarım dışında çalışan 23 kişiyi besler. Üstelik de artan bir sürü tarım ürünlerini bizim gibi geri ülkelere pazarlarlar. Zaten 1990’dan bu yana ABD ve AB’nin bizim gibi ülkelerin tarımını geriletmeye “şunu ekme, bunu destekleme” diyerek budamaya çalışmalarının asıl sebebi de budur.
Türkiye’nin ise tarımda çalışan bir kişisi, ancak tarım dışında çalışan iki kişiyi zar zor besleyebilmektedir. Kaldı ki bizdeki beslenmeye gerçek anlamda beslenme denemez. Çünkü Halkımız özellikle protein bakımından yetersiz beslenmektedir. Yani tarımımızın verimi, AB’dekinin sekizde ya da onda biri kadardır. Bu rakamlar, tarım faciamızın dehşetini göstermeye yeter, sanıyoruz.
Halbuki, Amerika’da 140 yıl önce yapılmaktan korkulmamış Toprak Reformunu, biz de yapsak ve yalnızca boş duran tarlalarımızı işlesek, yıllık 15 milyon ton fazla buğdayımız olur. Oysa, bilindiği gibi, 2004 yılında toplam buğday üretimimiz 19 milyon tondur.
Bu sebepten, tarımda ilk yapmamız gereken, gerçek bir toprak reformuyla boş duran devlet ve ağa arazilerinin acilen tarıma açılmasıdır. İkinci adım ise tarımın, son sistem tarım araç gereçleri ve üretim yöntemleriyle donatılmasıdır.
Demek ki tarımda olsun, sanayide olsun modernleşmek, yani dünyadaki en gelişkin teknolojiyle üretim yapmak, en vazgeçilmez ekonomi prensibidir.
Onun için modernleşmemizin temeli olacak Büyük Sanayimizin tutunmasında birinci şart: İŞÇİ MESELESİ ise, ikinci şart: KÖYLÜ MESELESİ’dir.
KÖYE DEMOKRASİ
1- KÖY HEYETLERİ: Hükümet ya da mütegallibe nüfuzu karışmadan, tam hür seçimlerle kurulacak. Seçilen muhtar ve heyetten her biri, seçmenlerin çoğunluğu tarafından her zaman değiştirilebilecek. Bugün kaymakam emri ile yapıldığı gibi, halkın seçtikleri yukardan azledilmeyecek.
2- JANDARMA ve MEMUR’ların, devlet nüfuzunu kişicil amaçlarla kullanmaları ve “misafirlik” angaryaları şiddetle yasak edilecek. Köylünün karakol ya da memurdan şikâyeti tekrar karakola ya da memura havale edilmeyecek.
3- HER MİLLETVEKİLİ: yüz köyün sırdaşı olacak. O köyler halkıyla sürekli iletişimde olacak, sık sık buluşacak. Şikâyetleri yerinde inceleyip sonuçlandırmaya çalışacak. Milletvekilinden memnun olmayan köy, beğendiği milletvekilini sırdaşlığa kabul edecek.
4- BİNDİRİLMİŞ MAHKEMELER: Hayvan sırtından helikoptere kadar her vasıtadan faydalanılarak, şikâyetlere ve dâvalara yerinde ivedilikle bakacak. Yalnız suç ve cinayetleri takiple kalmayacak; toprak, borç, faiz meselelerini, toprak ve su kiralarını kontrol edecek, tefecileri ve vurguncuları kovuşturacak.
5- KANUNLAR: Köy hayatını ilgilendiren mevzuat tasarıları, ziraat odalarından geçtikleri gibi, aynı haklarla köylü örgütlerinden, sendikalarından ve kooperatiflerinden de geçecek. REFERANDUM YÖNTEMİ, şehirler gibi, köyler için de canlı ve işler hale getirilecek.
6- BİNDİRİLMİŞ SAĞLIK EKİPLERİ: Eczaneyi, ameliyathaneyi ve hekimi, hemşireyi, hastabakıcıyı köylünün ayağına götürecek. Köy kanununun sağlık maddeleri, hekim örgütleri; köyün ev, su vb. imar işleri, mimar, mühendis ve ziraatçı örgütleri tarafından hazırlanıp, daima göz önünde bulundurulacak, eksiksiz uygulanacak.
7- BİNDİRİLMİŞ KÜLTÜR EKİPLERİ: Beşte biri okuma yazma bilmeyen köylümüzün ayağına bütün memleket için sistemli bir plân dâhilinde sinema, tiyatro, kütüphane, mevsim okulu vb. götürülecek. Böylece, hem işsizlikten kırılan aydınlara yararlı iş, ülkü ve ekmek bulunacak, hem köylümüzün başta üretim bilgisi gelmek üzere, özgürlük eğitimi, hayat aşkı ve siyaset bilinci geliştirilecek.
8- KÜLTÜR ERLERİ: Okulların tatil aylarında, her köyümüze kur’a ile üç ya da duruma göre daha fazla üniversiteli, gönüllü olarak, belli programlarla yazlığa gönderilecek. Kültür erlerinin geçimleri, asker nafakası ayarında devlet ve belediyelerce ödenecek. Böylelikle, aydın gençliğimiz maddî-manevî sağlık kazanarak, halkı tanıyacak ve memlekete bağlanacak. Köye boğaz tokluğuna bilgi, teknik, heyecan ve sevgi götürüp, köyün meselelerini getirecek.
9- SERBESTLİK: Köylüyü, köy sınırları içinde hapseden kast ruhlu kültür ve yönetim sistemleri kaldırılacak. Herkes gibi köylü de vatanın dilediği köşesine gidip, istediği işe katılabilme imkânları bulacak.
Bugünkü gibi insanlarımız, açlıktan dolayı köylerini terk ederek büyük şehir varoşlarına iş bulma ümidiyle, sırtlarında yorganlarıyla gelmek zorunda kalmayacak. Bugün, tarım ürünlerinin fiyatları yerinde sayarken, mazot, gübre, zirai ilaç, tohumluk fiyatları sürekli artmaktadır. O yüzden köylümüz üretemez duruma düşürülmüştür. Ekip ürettiği zaman bir şey kazanamadığı gibi, eline geçen para girdi maliyetlerini bile karşılayamadığı için bir de borçlu duruma düşmektedir. Bu sebepten, doğup büyüdüğü köyünü, toprağını bırakarak, ne olursa olsun deyip büyük şehir varoşlarına akın etmektedir. Ne yazık ki buralarda da onu yeni felaketler beklemektedir.
Kurtuluş Partisi bu duruma son verecektir. Köyler, insanca yaşanılan yerler haline getirilecektir.
Köyünü kendi isteğiyle terk eden insanlarımıza ise, başta iş ve konut olmak üzere, insana yaraşır bir hayat kurabilmesi için her türlü imkân kamu kurumları ve diğer halk örgütleri tarafından sunulacaktır.
ÖRGÜT ve
EKONOMİ POLİTİKASI
10- TARIM İŞÇİLERİ SENDİKALARI: Sayıları yüz binleri aşan yanaşma, götürücü, aylıkçı rençperler ve tarım işçileri iş mevzuatına göre özel sendikalarda toplanacaklar. Çalışma şartları, süreleri, yerel geçim endekslerine uygun en az geçim endeksleri belirtilecek. İLO’nun“Sosyal Adalet İçin” eseri der ki: “Dünya barışı için sanayi işçilerinin sosyal ilerlemesi kadar, toprak işçilerinin sosyal ilerlemelerinin de esaslı bulunduğunu, 20. Asrımızda görmeyen kimdir?”
11- TOPRAKSIZ KÖYLÜ ÖRGÜTLERİ: Toprak reformunda anarşiye ve kırtasiyeciliğe yol açılmaması için temel örgüt olacak.
12 – TARIM KOOPERATİFLERİ: Köylünün kendisi tarafından kurulup kendisi tarafından kontrol edilecek. Ortak sayısı 100’ü geçince, bin güçlük çıkarılmayacak. Milyonlarca üretmeni dağınıklıktan kurtaracak. Şehirle köy arasındaki uçurumu doldurmaya çalışacak. Kooperatifler, hükümet ya da tüccar emrindeki birliklerin kontrolünden kurtarılacak. Büyük Sanayi rekabeti karşısında el ve ev sanayisini kaybeden köylüye, büyük çiftliklere kıyasla daima daha pahalıya mal olan malzeme ve eşyaları ucuza mal edecek. Ortaklarına piyasadan pahalı mal satmayacak. Satarken birbirleriyle rekabete düşerek, bereket yıllarını bile felâket yılına çeviren küçük ekincilerin mallarını değeri ile satacak. Ortaklarının malını ölü fiyatına almaya kalkışmayacak. Küçük ekinciyi de modern üretime ve bilime kapalı kalmaktan kurtaracak.
13- ULUSAL BİRLİKLER: Bütün tarımsal meslek birlikleri, sendikalar, yurt ölçüsünde federasyonlar, konfederasyonlar kuracaklar.
14- KREDİ: Bizim güzel geleneğimize göre, tefecilik, faizcilik sosyal haram ve suç olarak en sıkı kovuşturmaya uğratılacak. Bugünkü yüzde 19-24 banka faizi, köy işletmesi kooperatifleştikçe en az sınırına indirilecek, büyük çiftlikler için arttırılacak, küçük ekinciye eksiltilecek. Öylelikle, devlete olan borcun 12 misli, banka borcunun 6 misli olan faizci borçlarıyla, köylünün sömürülmesi önlenecek. Üretim Kooperatifleri kanalıyla verilen ödünçlerin taksitleri, ürün alınınca tahsil olunacak. Kredi, güçlü çiftçilerden ziyade, güçsüz köylüye sağlanacak. İpotek ve teminat yerine, kooperatif ve köylü örgütlerinin kefaleti ve sorumluluğu geçecek.
15- FİYAT POLİTİKASI: Tarım ürünleri aleyhine, sanayi ürünlerinin fiyat artışı durdurulacak. Köy ürünlerinin gerçek köylü kooperatifleri eliyle ihracatı kolaylaştırılacak, Ofisin yönetim ve kontrolü köylü örgütlerine bırakılacak.
Modern üretim küçük ekincilere kadar götürülerek tüm tarım ürünlerinin maliyet fiyatları indirilecek.
KÖYLÜYE TOPRAK
16- TUTUM: Küçük ekincilerimiz, esasen cılız olan sermayelerini toprak satın almada harcarlarsa, sonraki her girişimleri parasızlıktan felce uğrayacağı için, yeterli miktarda hazine arazisi, topraksız köylülerimize ve yarı göçebe insanlarımıza, ekip biçmek şartıyla dağıtılarak, onların orta halli üretmenler durumuna getirilmesi sağlanacaktır.
17- SÜRE: Tarıma elverişli topraklar, tarım makineleştikçe ateş pahasına çıkacağından, toprak dağıtımını vurgunculuktan kurtarmak üzere, zaman geçirmeksizin devlet elindeki boş topraklar en geç altı ay içinde, diğer boş topraklar ise en geç bir yıl içinde dağıtılacak.
18- ŞEKİL: 1915’ten beri çıkmış kanunlar memur eliyle bir türlü sonuçlandırılamadığına ve Büyük Millet Meclisinde bu işi, memurların 500 yıldan önce bitiremeyecekleri belirtildiğine göre, milyonlarla topraksız köylümüzün doğrudan doğruya seçeceği TOPRAKSIZ KÖYLÜ ÖRGÜTLERİ kurulacak ve bu örgütler BİNDİRİLMİŞ MAHKEMELER’in gözetimi altında, yukarıki süreler içinde toprak dağıtımını gerçekleştirecekler.
19- BOŞ DEVLET TOPRAKLARI: Devlet elindeki boş arazi, derhal, topraksız çiftçi ailelerine, verimlilik derecesi göz önünde tutularak 50-70’er dönüm ve pek az topraklı köylü ailelerine ise ellerindeki toprak miktarı onlarınkine ulaşana kadar Bedava dağıtılacak. Böylelikle var olan üretime ek olarak on milyonlarca ton tahıl ve diğer tarım ürünü sağlanacak ve aynı oranda devletin geliri artacak.
20- BOŞ ÖZEL TOPRAKLAR: Milyonlarca yoksul köylü ailesinin elindeki topraktan kat kat fazla olan, birkaç bin toprak ağası ve beyinin elindeki toprak, uygun rayiçle istimlak edilecek, az topraklı yüz binlerce köylü ailesinden her birine 25-45’er dönüm dağıtılacak. Böylelikle, yılda (çayır, bağ hariç), yalnız tahıl 10 milyon ton, bugünkü rakamlarla 4 milyar 200 milyon YTL fazla ürün ulusal gelirimize katılacak.
Bu toprakların bedeli, 50 yıl vadeli ve faizsiz taksitlerle ödenecek. Aile başına 50 dönümden fazla yer için 10 yıl vade ile yıllık yüzde 2 faiz konulacak.
21- GASPEDİLMİŞ YERLER: Osmanlı toprak düzeninde “mirî”, “vakıf”, “metruk”, “mevat” sayılmış yerleri, gayri meşru oldubittilerle tasarrufuna geçirmiş olan aşiret reisi, mütegallibe gibi derebeyi artıklarının durumları, Bindirilmiş Mahkemelerce mahallinde (yerinde) incelenecek. Haksız edinilmiş topraklar, sahiplerine ya da köy tüzel kişiliğine geri verilecek.
22- EK DÜZEN: Yüzyılda bitmeyeceği Büyük Millet Meclisinde belirtilen kadastroyu beklemektense, tarla ve köy sınırları gibi cinayetler kaynağı olmuş durumu, köylü örgütleri, bindirilmiş mahkemeler gözetiminde düzenleyecek. Büyük arazi tekeli yüzünden hayvan yetiştiriciliği imkânlarını kaybetmiş bulunan köylülere, her köy için zorunlu OTLAK ve BALTALIKLAR tespit edilecek. Kır suları, mutlak adaletle üleştirilip, gerçek ihtiyaca göre sıraya konacak.
EKİNCİLİĞE TEKNİK
23- GEREKÇE: Büyük çiftliklere nazaran her ayrı küçük ekinci için modern tarım tekniğini ve malzemesini elde etmek ve benimsemek çok pahalı olacağından, şimdiye kadar yurdumuzda denenmiş zirai donatım yöntemlerimizin olumlu ve yetkinleştirilmiş uygulanışı bütün yurda yaygınlaştırılacak.
24- DEVLET ÜRETME ÇİFTLİKLERİ: İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı kıtlığımıza çare olan ve kısa zamanda mevcut orta ve büyük arazi sahiplerimizin toplamı kadar ürün yetiştirerek, savaş sonu yurdumuzu buğday ihracatçısı yapan DEVLET ÜRETME ÇİFTLİKLERİ, özel bir kanunla özerk Kamu İktisadi Teşekkülleri halinde geliştirilecekler. Bu örgütlerin geliştirilmesi sayesinde, önemli bir bölümü boş duran, işlenebilir topraklarımızın bütünü kullanılır hale gelecektir. İdealist bilim adamları ile, tarım işçi sendikaları yönetiminde ve devletin yalnız yasal kontrolü altında, tarımsal kalkınmamızın modern kaleleri ve örnek çiftlikleri haline getirilecekler.
25- DEVLET TEKNİĞİNDEN FAYDALANMA: Zirai Donatım Kurumlarıyla Devlet Üretme Çiftlikleri, komşu köylerin en fakir ekincilerinden başlayarak, orta köylüsüne kadarki aile topraklarına sürme, ekme, gübreleme, tohum ıslâhı (iyileştirmesi) ve bilimsel yöntem yardımlarında bulunacaklar. 1941 yılı 1060 traktörle yalnız Ziraat Kombinaları (Devlet Üretme Çiftlikleri): tüm Büyük ve Orta arazi sahipleri kadar buğday üretti ve Tarım alanının onda birine yardım etti. Bugün memlekette traktör sayısı 1 milyona ulaştıktan sonra makineler yarı boş duracaklarına, köy üretimimizin tamamen yeni araçlarla verimlendirilmesi için örgütlendirilecek.
26- ZİRAİ DONATIM KURUMU: Modern tarım tekniğinin kolayca ve ucuzca küçük ekincilerimize kadar ulaşabilmesi için, Zirai Donatım Kurumları yeniden örgütlenecek. Bilfiil üretmen ekincilerle topraksız köylü örgütlerinin emrine verilecek. Önce nüfusları 500’den yukarı olan köyler arasından en uygunları etrafında yüzer traktörlü modern teknik istasyonları ile işe başlanacak. Orada kazanılan güçle, ikinci ve üçüncü aşamalara geçilecek. İstasyonlara yakın daha küçük köyler, dilerlerse, Kurum ağları içine katılacaklar.
27- TEKNİK ve BİLİM ÖRGÜTÜ: Tarım Bakanlığı, tarım işletmelerinde faal tarım uzmanlarının geniş ağı haline sokulacak. Hayvan, sebze, orman, endüstriyel tarım, meyveli bitkiler ve süs bitkileri ve her çeşit tahıl için ayrı ayrı Teknik ve Bilim İSTASYON’ları gerek devletçe, gerek diğer örgütlerce kurulacak. ÜNİVERSİTE ve ENSTİTÜ’ler özellikle bitki ve hayvan ve toprak ıslâhları için araştırmalar, uygulamalı bilimsel çalışmalar yapacaklar. Ulusal gelirimizde her yıl ortalama 5 milyar YTL’lik kayba yol açan tarım zararlılarına, tarım hastalıklarına karşı ziraatçı ve veteriner müfettişler, BİNDİRİLMİŞ TARIM EKİPLERİ halinde çalıştırılacak.
28- ORMAN YÖNETİMİ: Köylerimizin 4’te birine yakını orman içinde ya da yakınında bulunduklarından, orman işletme ve koruma görevlerine, bindirilmiş mahkemelerin kontrolü altında, ormancılık uzmanları ile bilfiil üretmen köylü örgütlerinin katılımı sağlanacak. Her yılın bir tatil günü, başta Cumhurbaşkanımız gelmek üzere, eli çapa tutan her insanımız bir ağaç dikerek AĞAÇ BAYRAMI’nı kutlayacak.
29- TOPRAKSIZ BÖLGELERE SANAYİ: Toprağı kıt ya da tarıma elverişli olmayan bölgelerde, endüstriyel tarım ve tarımsal sanayi refah getiremeyecekse, Ulusal Üretim Seferberliği plânımız gereğince, bu bölgeler hızla sanayileştirilerek geçim imkânları sağlanacak.
HALK İKTİDARINI SEVGİ ÜZERİNE KURMAK
Bu programda ortaya konan yüce davayı pratiğe geçirmek ve kesintisiz bir şekilde sürdürerek kutsal kitaplarda vaat edilen cenneti bu dünyada oluşturabilmek için gerekli olan insan unsurunu da partimiz daha ilk adımında yaratmak için, bilinçlice, sabırlıca ve kararlıca bir mücadele yürütür.
Geçen yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen büyük sosyal devrimlerin 40-50 hatta 70 yıl sonra kendiliklerinden çürüyüp yıkılmaları, bu devrimleri yönetecek parti kadrolarının insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisine yeterince önem vermemiş olmalarından yani sahip olmaları gereken insan kalitesinden uzak kalışlarından kaynaklandığını belirlemiş durumdayız.
Büyük devrimci önderlerin dediği gibi; “Her devrim, taraftarlarından büyük fedakârlıklar ister.” Yoksunluklara, acılara ve akla gelebilecek her türden sıkıntılara, zorluklara duraksamadan katlanmalarını ister. Kendi çıkarlarını hiç düşünmemelerini, daha açığı kendilerini topluma feda etmelerini ister.
İşte bunları yapabilmesi için kadroların sonsuz bir insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisiyle dolu olması gerekir. Devrimciliğinin itici gücü, ya da lokomotifi bu dört başlı sevgi olmalıdır. Kadrolar bu sevgiyle dolu oldukları için davaya sarılmalıdır, kavgaya atılmalıdır. Yani insana, hayvana, bitkiye ve doğaya yapılan bir haksızlık, bir saldırı karşısında öfkeden tir tir titremeli ve isyan etmelidir. Ancak bu kalitedeki devrimci kadrolar çürümez; heyecanlarını, özlemlerini yitirmez. Tabiî böyle olunca da devrimci görevlerini, sorumluluklarını asla ihmal etmez.
Partimiz, bu donanımda, bu kalitede kadroların yetiştirilmesi için ilk günden çalışmaya başlar.
Bilir ki ancak böyle kadrolar toplumu bütünüyle değiştirip dönüştürebilir ve en insancıl toplum düzenini kurabilir, sürdürebilir.
Öncelikli olarak kadroların bu yapıda olması gerekir ki, etkiledikleri, örgütledikleri tüm toplum kesimlerine aynı nitelikleri, değerleri aktarabilsinler ve onları da donatabilsinler.
İnsancıl bir düzenin oluşturulması için muhakkak ki insanların bu yüce insani değerlerle dolu olması gerekir. Yoksa kâğıt üzerindeki hiçbir yasa, yönetmelik o düzeni kuramaz, kurmuşsa bile koruyamaz, çürüyüp çökmesini engelleyemez.
ÖZEL MESELELER
Tarihi okumasını bilenler, 1991’den (Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından) sonra Emperyalist Batı’nın (ABD ve AB’nin), Türkiye’ye yaklaşımının önemli ölçüde değiştiğini görecekler ve anlayacaklardır. Sosyalist Kamp’ın varlığında, Türkiye Batılılar için, muhtemel kapışmada ilk saldırıyı karşılayacak, saf, kurbanlık koyun pozisyonunda en büyük kaybı verecek, bu arada da Batılı Emperyalistlere, karşı saldırı yapabilmeleri için zaman kazandırmış olacak değersiz bir devletti-ülkeydi. Yani darbeleri emecek bir tampondu. Onların çekmecelerindeki gizli planlarında, Türkiye, yemdi, satranç tahtasında gerektiğinde harcanabilecek bir piyondu. Ve emperyalistlerin “gerçek savunma hatları, Türkiye’nin gerisinden başlıyor”du.
Türkiye’nin, kendisine verilen bu görevi yapabilmesi için de, siyasi birliğinin korunması, orta düzeyde de olsa güçlü ve sayıca kalabalık bir orduya sahip olması gerekiyordu. Bu ordunun da ülke yönetiminde etkin olması, toplum olaylarını, siyasi gelişmeleri, tabiî bunların başında da ilerici, devrimci gelişmeleri durdurması, hatta yok etmesi isteniyordu. ABD ve AB Emperyalistleri, bu amaca yönelik olarak 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini yaptırttılar; “bizim oğlanlar” dedikleri öngörüsüz, faşist generallerine. Bu darbelere kılıf hazırlayabilmek için de, bilindiği gibi, beş bin masum insanımızı katlettirdiler. Bugün bu faşist darbelerin CIA tarafından planlandığını kimse inkâr edemez.
Sosyalist Kamp çöktükten sonraysa bütün dünyada olduğu gibi bölgemizde de şartlar, durumlar değişmiştir. Batılı Emperyalist çakallar, hayâsızca sömürü ve yağma saldırılarının önünde, artık o saldırıları durduracak, geri püskürtecek, etkili, korkulacak bir güç kalmadığı anlayışına varmışlardır. Artık iğrenç, insanlık düşmanı iç yüzlerini hiç gizleme gereği duymadan sergilemeye başlamışlardır. Daha da kabalaşmışlar, küstahlaşmışlar ve en önemlisi de pervasızca saldırganlaşmışlardır. Afganistan’daki Sosyalist Halk İktidarını, örgütleyip, eğitip en modern silah ve araç gereçlerle donattıkları Ortaçağcı, Şeriatçı güçleri kullanarak yıkmışlardır. O gerici güçler kendilerine başkaldırınca da saldırarak yangın yerine döndürmüşlerdir ülkeyi.
Yugoslavya’ya, “ABD’nin bizi yönetmesine izin vermeyeceğiz” dediği için saldırmışlar ve beş parçaya bölmüşlerdir.
Irak’a saldırmışlar, bu ülkeyi de yangın yerine çevirmişler ve fiilen üç parçaya bölmüşlerdir.
Bu durumdan kaynaklanan cesaretle ABD ve AB’nin Ortadoğu’daki jandarmalığını-bekçi köpekliğini yapan Siyonist İsrail Devleti, mazlum Filistin Halkına kan kusturmaya başlamıştır.
ABD ve onun hınk deyicisi AB, bu canavarca saldırılar sonucunda ve kışkırttıkları diğer savaşlarda, cephelerde ve cephe gerisinde Birinci Körfez Savaşından bu yana, 6 milyon masum insanın hayatına kıymıştır. Halkları birbirine düşman etmiş, aralarına kan davaları sokmuştur.
ABD ve AB dünyada, kendi sömürü ve talanlarına karşı çıkacak güçlü ulus devletler istememektedirler. 1991 sonrasındaki politikaları bu amaca yöneliktir.
ABD ve AB, aynı aşağılık amaçlarından dolayı, Türkiye’nin de iyice güçsüzleştirilmesini, parçalanmasını istemektedirler. Daha doğrusu bir zamanlar çökkün Osmanlı’ya kabul ettirdikleri Sevr’i yeniden önümüze koymayı düşünmektedirler. Kerte kerte Türkiye’yi Sevr’i kabule zorlayabilecekleri aşamaya getirmeye çalışmaktadırlar.
Batılılar bu alçakça girişimlerinde, ne acıdır ki Türkiye’de yerli müttefikler bulabilmektedir. Batı’yla çoktan ortaklığa-çıkar birliğine girmiş Parababaları, onların vurgun düzenlerini savunan siyasi partiler, ümmetçi oldukları için ulusal değerlerden yoksun olan “ılımlı İslamcı” siyasi partiler, her köşebaşı dönekler ordusunun Ali Kemal’leri tarafından tutulmuş satılmış medya, ruhlarını-bilimlerini sermayeye satmış burjuva bilim adamları ve sanatçılar, Tarikat şeyhleri, vakıf vb. adlar altındaki yabancı emperyalist kuruluşlar tarafından beslenen ve desteklenen sözde “sivil toplum örgütleri”, gerçekteyse “sivil örümcekler”, Batılı Emperyalist sırtlanların emrine ve hizmetine girmişlerdir. Bunlar durup dinlenmeden emperyalistlerin kendilerine öğütlediği düşünceleri tekrarlamaktadır. Ulusal değerlere, Halkın kültürüne saldırmaktadır. Hatta dilimize saldırmaktadır.
Bu satılmışlar, hainler cephesinin elemanları, tabiî baş hedef olarak, biz gerçek devrimcileri-sosyalistleri görmekte ve bize saldırmaktadırlar. Sonra devrimci gelenekli Ordu Gençliğini ve tüm yurtseverleri suçlamaktadırlar. Kendilerini de reformcu, değişimden yana, ilerici olarak sunmaktadırlar… Bu alçaklar, bizi yok etmek isteyen AB’yi; “medeniyet projesi”, “gelişimin, kurtuluşun biricik yolu” diye; saf, bilinçsiz insanlarımıza yutturmak istiyorlar.
Dıştan ve içten saldırılarla, Türkiye’yi kuşatmaya, teslim almaya ve parçalayıp yok etmeye çalışıyor bu emperyalistler cephesi.
Bu namussuzların oyunlarını bozmak, onları yeniden bozguna uğratabilmek için bir İkinci Kuvayimilliye Hareketi-Seferberliği gerekmektedir. Bunun için de biz, bir Antiemperyalist, Antifeodal Halk Kurtuluş Cephesi kurmalıyız. Yetmiş milyon insanımızı bu cephede örgütlemeli, ordulaştırmalıyız. Bunu yapabiliriz. Yapacağız da. Yalnız öncelikle bir meseleyi çözmemiz gerekir bu cepheyi kurabilmek için.
Bu, Kürt Meselesidir.
KÜRT MESELESİ
Devlet, bugüne dek bu meseleyi yok saydı. Fakat problemler biz onları yok saymakla, görmezlikten gelmekle yok ya da görülmez olmazlar. Onlar çözülünceye kadar var olmaya devam ederler.
Bu mesele şöyle ya da böyle çözülecektir. Bu bizim meselemizdir. Türklerin ve Kürtlerin meselesidir. Elbirliğiyle biz çözersek, istediğimiz doğrultuda çözeriz.
Fakat başkaları, yani Batılılar çözerse kuşkusuz kendi aşağılık emperyalist çıkarları doğrultusunda çözeceklerdir. Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek isteyeceklerdir… Bütün Batılı Emperyalist ziyaretçilerin, başta Diyarbakır olmak üzere Bölge illerini tabanı yanmış itler gibi dolaşmalarının ve sözde Kürt dostu görünmelerinin sebebi budur.
Emperyalistler artık bu meseleyi, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi yeniden ellerine almışlardır. Bunu göremeyen kördür, her türden siyasi bilinçten yoksun bir zavallıdır. Meydan onlara bırakılırsa, işin sonunun nereye varacağı da aslında görünmektedir. En azından biz gerçek devrimciler bunu görebilmekteyiz.
Ne yapmalıyız?
Sorunun çözümü çok açık ve kesin biçimde 1933’te (bundan 72 yıl önce) ortaya konmuştur, Hikmet Kıvılcımlı tarafından. Bu çözüm, Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarıdır.
Türkler ve Kürtler için biricik onurlu ve gerçekçi çözüm budur. Bunun dışındaki bütün yollar parçalanmaya götürür. Batılı Emperyalist çakalların değirmenine su taşır. Daha doğrusu meseleyi onların ellerine teslim eder… Bunu görmek gerek.
Türkiye’nin bu meseleyi çözümsüz bırakmakta hiçbir kazancı yoktur. Bugüne dek olmamıştır. Bundan sonra da olamaz. Oysa kaybedeceği pek çok şey vardır.
Bu meseleyi Kıvılcımlı’nın öngördüğü şekilde kardeşçe çözmemizde ise kazanacağımız pek çok şey vardır. Türkiye o zaman bugünkünden en az bin kez daha güçlenecek ve hiçbir emperyalist saldırganın ele geçiremeyeceği, sarsamayacağı çelikten sağlam ve yüksek dağlardan sarp bir kale olacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu kalenin kurulması için gereken mücadeleyi yapacaktır.
Biz 1933’ten beri bunu savunduk, savunmaya da devam edeceğiz. Çünkü Türklerin de Kürtlerin de gerçek çıkarı buradadır. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense, ölmek daha iyidir.”
KIBRIS SORUNU
Partimiz, Türkiye’nin ve Kıbrıs halkının çıkarına olan tek çözümün TAKSİM olduğunu görmekte, bunu savunmaktadır. Halk İktidarını kurunca da bunu gerçekleştirecektir.
ABD ve AB Emperyalistleri, Arap milletini, Latin Amerika’yı, Yugoslavya’yı, Irak’ı parça parça bölerken ve bölünmüşlüğü ısrarla savunurken, Kıbrıs’ta iki ayrı Ulus’un birer bölüğünün ya da halkının iki ayrı devlet altında yaşadığı Kıbrıs’ı neden birleştirmek için durmaksızın çalışıyorlar?
Türkiye’nin Kıbrıs’taki bölümünün siyasi varlığını ortadan kaldırmak, onu Rum devletine yamamak ortadan kaldırmak, onun eline teslim etmek için.
Tabiî bu yaptıklarının bedelini o devletten alacaklar, üsleriyle, tekelci şirketleriyle Ada’yı bir anlamda işgal edeceklerdir.
Bunun sonucunda da Türkiye’nin, güneyden Akdeniz’e açılan kapısını kapamış-tıkamış olacaklardır. Eski Cumhurbaşkanlarından ve komutanlardan İsmet İnönü ve Fahri Korutürk de bu gerçeği, daha doğrusu Türkiye’ye karşı kurulmak istenen bu tuzağı, on yıllar önce görmüşler ve dile getirmişlerdi.
Demek ki bizim için Kıbrıs sorunu, sadece orada yaşayan 200 bin Türkün sorunu değil, tüm Türkiye’nin sorunudur.
KADIN SORUNU
Bir milyon yedi yüz bin yıl önce, insanlığa geçişte (sıçrayışta)-insan soyunun (türünün) ortaya çıkmasında dişi cinsiyet baş rolü oynamıştır. O günden sonra da yarımız olan kadın, insanlığa, on bin yıl öncesine gelinceye kadar sürekli önderlik etmiştir.
İnsan soyunun sürmesinde en temel işlevi gören (üstlenen) kadın, ne yazık ki bundan on bin yıl kadar önce, insanlığın Orta Barbarlık Konağında (Çoban Toplumu Aşamasında, Sürü Ekonomisine geçişte) Toplumun en önemli maddi zenginliğini meydana getiren evcilleştirilmiş hayvan sürülerinin, erkeğin yönetiminde olmasından dolayı, o güne dek sürdürdüğü önderlik rolünü ve sahip olduğu önemi ve değeri kaybetmiştir. Maddi zenginliğin-ekonomik gücün erkeğin yönetiminde, bir anlamda eli altında, olmasından dolayı Toplumda ikinci plana itilmiş, ikinci kalite insan muamelesi görmeye başlamıştır. Kadının bu sebeple altedilişi, o güne dek varlığını sürdürmüş olan, her iki cinsiyeti de aşağılamayan, ezmeyen Anacıl Düzenin de sonu olmuştur. Onun yerine erkeğin, toplumun egemeni olduğu Ataerkil (Babahanlık) Düzeni geçmiştir.
Bu altüstlük, İlkel Sosyalist Toplumda açılan ilk gediği oluşturmuştur. Bu değişiklikle birlikte, aynı toplum içinde bir grup insanın başka bir grup insanı ezebileceğinin, sömürebileceğinin mümkün olduğu da görülmüş ve anlaşılmıştır.
Nitekim ondan (Anacıl Toplum Düzeninin yıkılışından) dört bin yıl sonra, Aşağı Mezopotamya’da, Sümer Kentlerinde insanlık Sınıflı Topluma geçmiştir. Bütün sınıflı toplum biçimlerinde, kadının cinsiyetinden dolayı aşağılanışı-ezilişi, sömürülüşü sürüp gitmiştir ya da sürüp gelmiştir.
Kadının sosyal açıdan ezilmişliğini fırsat bilen, sömürücü, vurguncu, yani alınteriyle para kazanmayan, her türden ahlâk anlayışından uzak sermaye sınıfına mensup erkekler, kadını cinsel zevklerini doyuracak obje olarak görmekte ve kullanmaktadırlar.
Yani kadın toplumda iki türlü sömürüye tabi tutulmaktadır.
Bu insanlık dışı duruma son vermenin ilk adımı; Kadının sosyal hayatın her alanında en aktif biçimde rol almasını sağlamaktır. Kadın, ekonomik hayatta da, siyasi ve entelektüel hayatta da erkeğe eşdeğer bir görev alacaktır. Yani ekonomik hayatta erkeğin hakimiyetine son verilecektir. Kadınla erkek eşitlenecektir. Böylece de kadının aşağılanmasına yol açan (onu aşağılayan şartları devamlı üreten) mekanizma kırılmış-ortadan kaldırılmış olacaktır. Erkek egemen düzen, temeli ortadan kaldırılmış olduğu için yıkılmaya; kadın da hakkı olan saygınlığı yeniden kazanmaya başlayacaktır.
Kafaları en çağdaş bilimle, demokratik ve laik kültürle donatılan Kadınlarımız, elbette sosyal hayatın her alanında aktif bir biçimde çalışmak isteyecek ve toplumda hak ettikleri yeri alacaklardır. Tabiî bu iş siyaset yapmayı da kendiliğinden içerir. Doğaldır ki bu alanda da erkeklerle yarışacaklardır. Böylelikle kurtarılmayı, yardım edilmeyi bekleyen ve uman; zayıf, güvensiz insanlar olmaktan çıkacaklar, en insancıl ideoloji sahibi kurtarıcılar, topluma yön vericiler de olacaklardır.
Kadının Kurtuluşunun ikinci ve son aşaması da; toplumda on bin yıldan beri kökleşmiş olan, kadını aşağılayan geleneklerin, kültürün ve alışkanlıkların bütünüyle ortadan kaldırılması-silinmesiyle gerçekleşecektir.
Kurtuluş Partisi ve Kadın Örgütleri; Kadınlarımızın bu duruma yükseltilmesi için ne gerekiyorsa duraksamadan, kararlıca yapacaktır.
ÇEVREYE ve TARİHE SAYGI
Her türlü kötülüğün kaynağı olan G7 adlı emperyalist haydutlar, doğayı da kerte kerte zehirlemekte, canlılar için yaşanılması zor bir ortam haline getirmektedirler. Bunların en önde gelenlerinden ABD ve Kanada, hatırlanacağı gibi, doğacı bir sözleşme olan “Kyoto Sözleşmesi”ni imzalamayı hâlâ inatla reddetmektedirler. Yine bilindiği gibi, dünyadaki sera gazlarının üçte birini tek başına ABD atmosfere salmaktadır. Bunlar ürettikleri zehirli atıklarla dünyayı zehirlemekle kalmamakta, akciğerlerimiz sayılan oksijen kaynağı ormanları da kurutup yok etmekten çekinmemektedirler. 1978’den bu yana Amazon Ormanlarının beşte birini (520 bin km2’lik bir orman alanını) yok etmiştir, bu emperyalistler.
Kurtuluş Partisi, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmektedir. Bunun için doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanadır. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacaktır.
Unutmayalım ki dünyamız, bilim insanlarının öngörülerine göre daha üç milyar yıl biz canlılara ev sahipliği edecektir. Doğanın bu hizmetini yapabilmesi için bizim de onun kanunlarına saygılı olmamız ve onu bir bütün olarak (dağlarıyla, ovalarıyla, ormanlarıyla, nehir, göl ve denizleriyle, bitkileriyle, hayvanlarıyla) canı gönülden sevmemiz gerekir. Partimiz, bu bilince sahiptir ve bu sevgiyi taşımaktadır.
Dağ, nehir ve şehir adlarından da anlaşılabileceği gibi, ülkemiz, bizden önce, onlarca Antika Medeniyetin, hatta medeniyet öncesi toplumun yaşamış olduğu bir coğrafyaya sahiptir.
Şehirlerimiz, bu medeniyetlerden bize miras kalan pek çok yapı, tarihi eser ve kalıntıyla doludur. Bunları özenle korumamız, insan ve tabiat olayları tarafından bozulmalarını, yok olmalarını önlememiz gerekmektedir.
Parababaları, yalnız insana değil Tarihe ve Tabiata da hiç saygı duymamaktadır. Sevgi beslememektedir. Bu sebeple de şehirlerimizin Tarihi dokusunu, yeşil alanlarımızı, kıyılarımızı acımasızca tahrip etmekte, yok etmektedir. Şehirlerimizdeki Tarih varlıklarını kazıyıp, yerlerine iş merkezi, katlı otopark, lüks konutlar yapmaktadır. Namuslu bir bilim insanımız, geçen yıl; “Konya’da son yirmi yılda yapılan Tarih katliamı, önceki beş yüz yılda yapılana denktir” demişti. Diğer şehirlerimizde de hemen hemen aynısı yapılmaktadır.
Dünyanın en güzel yerleri arasında gösterilen kıyılarımız, yakıp yıkılarak, turistik otellerle, pahalı konutlarla doldurulmaktadır.
Bu tahribatı, hükümetleriyle, yerel yöneticileriyle Parababalarının emrindeki siyasiler yapmaktadır.
Oysa bilime göre, şehirlerin Tarihi dokusu korunur, yeni ilaveler, genişletmeler, çevredeki boş araziler üzerine yapılır. Eski ve yeni şehir birbiri üzerine bindirilmez.
Kıyılarımız, koylarımız, yeşil alanlarımız, göllerimiz, nehirlerimiz ve denizlerimiz de gözümüz gibi korunur. Kirletilmez, bozulmaz.
Para ve kâr tanrısına tapınan Parababalarının, bu insan, Tarih ve doğa katliamları onların cibilliyeti iktizasıdır. Torunlarımız bunları lanetle anacaktır.
Partimizse, Parababalarınınkinin tam tersi bir tutumla, bütün bu konularda sadece bilimin emrettiği şekilde davranacaktır. Yapılması gerekenleri, bedelini umursamaksızın, hızla yerine getirecektir.
Partimiz, insanlığın başından geçenleri sebep-sonuç ilişkileriyle açığa çıkarıp tam olarak anlayamadığımız sürece, geleceğimizin iyice görülüp bilinemeyeceği inancındadır. Bu sebeple Tarihe, ilgi ve saygıyla yaklaşır.
Dün içinden çıktığımız, Antika Tarihin en ünlü, en gelişkin iki imparatorluğundan biri olan, (diğeri de Roma’dır.) Osmanlı atalarımıza olduğu kadar, bizden önce bu topraklarda yaşamış Antika Medeniyetlere ve onlardan kalan kültür varlıklarına da sevgi ve takdirle bakar. Onların bilinmesi, bilinenlerin kavranması ve tanıtılması için her türlü çalışmayı yapar. İlgiyi, ihtimamı gösterir. Sekiz-on bin yıl önce yaratılmış olan Çatalhöyüklü Ana Tanrıça heykelini olduğu gibi, Bizans eseri Ayasofya’yı da, Süleymaniye’yi de, Selçuklu ve Osmanlı atalarımızın diğer eserlerini de aynı ilgiyle sever ve onların korunması, tanıtılması için çalışır.
Ülkemiz Antika Medeniyetlere ev sahipliği etme açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Ama ne yazık ki, bu tarihimize ve onların kültür varlıklarına bugüne kadar hemen hemen hiç sahip çıkılmamıştır. Batılı Emperyalist canavarlar, bizim bu varlıklarımızı da önemli ölçüde yağmalamışlardır. Bugün Anadolu Medeniyetlerine ait tarih ve kültür varlıklarının hemen hemen yarısı bu emperyalist devletlerde, onların müzelerinde ve kolleksiyonerlerindedir.
Partimiz, çalınan bu zenginliklerimizin, uluslararası yasaların emrettiği biçimde, onlardan geri alınarak ülkemize, ait olduğu topraklara getirilmesini, bunlara sevginin-saygının gereği sayar.
Tabiî ülkemizdeki zenginliklerin de ortaya çıkarılması, çıkarılan ve bilinenlerin de korunmasını önemle savunur. Bunun için gerekli her çalışmayı yapar. Önlemi alır. Unutmayalım ki Tarih tekrar yaşanmaz, yaratılamaz. Onlar kaybolursa yerine yenisi konamaz… O yüzden onları, gözümüz gibi korumamız gerekir.
ENGELLİLER SORUNU
Türkiye’de 8.5 milyon engelli insanımız vardır.
Partimiz, bu insanlarımızın öncelikle eğitimlerinin eksiksiz yapılması, sonra da toplumun üretim ve yönetim dahil her alanında yer ve rol alması için gerekli olan her çalışmayı yapar. Bu insanlarımızın da tam bir özgüvene sahip olarak, üreterek, yaratarak mutlu bir hayat sürmeleri için yapılması gerekenleri, eksiksiz yapar.