Bunların tamamı vatan, millet, halk, Laik Cumhuriyet, Birinci Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanıdır…
Bunların tamamı vatan, millet, halk, Laik Cumhuriyet, Birinci Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanıdır…
Bu düşmanlık, onların ruhlarına yerleşmiş, genlerine kodlanmıştır.
Asla düzelmezler ve iflah olmazlar.
Bunları ancak toprak ıslah edebilir!
Biri, üçü, beşi değil ha; tamamı aynıdır.
Tabiî bir diğer belirleyici özellikleri de hâyâsızca kamu malı hırsızlığı yapmalarıdır. Asla gözleri doymaz, iştahları kesilmez. Bu konuda da onları ancak toprak ıslah edebilir…
Kadir Mısıroğlu denen kaşar, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı kişinin şu söylediklerine, daha doğrusu hezeyanlarına bakar mısınız?
“Keşke Yunan galip gelseydi. Ne Hilafet yıkılırdı, ne Şeriat kaldırılırdı, ne Medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı.
“(…)
“Anayasaya laiklik konmasın” diyen adamı nasıl boykot ettiler, nasıl hakaretlerde bulundular görüyorsunuz. Bizim gavur, elin gavurundan daha şiddetlidir.”
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında, yurdun dört bir yanı işgal edilmiş, ne bağımsız vatan kalmış, ne namus, ne onur…
Batılı Emperyalistler istedikleri yere asker çıkarmakta ve oraları işgal etmektedirler.
Ülkenin maddi manevi tüm varlığına el konmuş. İstanbul’daki kukla Halife, emperyalist işgalci ordunun elinde bir oyuncaktan başka hiçbir şey değil. Onların hizmetkârı durumunda. Güneyden İtalyanlar, Güneydoğudan Fransızlar, Doğudan Ermeniler, Karadeniz’den Rumlar ve İngilizler, Batıdansa Yunan saldırmış ülkemize. Ve ülkeyi işgal altına almış.
Sevr Haritası meydanda…
Türklere bırakılan bölge, İç Anadolu’da küçücük bir bölümden oluşmakta. Onun da ne ordusu kalmış, ne maliyesi, ne ekonomisi… Hepsi emperyalist işgalcilerin elinde.
Terhis edilmeyen, yalnızca Doğuda Kazım Karabekir komutasındaki 15’inci Kolordu kalmıştır. Batılı Emperyalistlerin-İtilaf Devletlerinin savaş gemileri tarafından İzmir’e çıkarılan 160 bin kişilik Yunan Ordusu hızla ülkeyi kan dökerek, ırza geçerek işgale girişmiştir. Öyle ki; Ankara’nın burnunun dibindeki Polatlı’ya kadar gelip dayanmıştır. Kütahya-Eskişehir-Sakarya’dan Afyon Karahisar’a kadar Marmara ve Batı Anadolu’nun büyük bölümünü işgal etmiş, İç Anadolu’ya da yürümeye başlamıştır. Eğer durdurulmasaydı, Ankara’ya kadar gelecekti.
İşte bu ölüm kalım günlerinde, işte bu vatan ve namus günlerinde halkımız uyanmış, silaha sarılmış, Mustafa Kemal Paşa ve yoldaşı komutanlar emrinde bir Kurtuluş Savaşı başlatmıştır.
Mustafa Kemal, ünlü Nutuk’unun giriş bölümünde çok açık biçimde tasvir eder, o günün şartlarını.
Neredeyse Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı süresi kadar, yani 4 yıla yakın bir süre savaşarak vatanı kurtarabilmiştir halkımız.
Kadir Mısıroğlu ve benzeri satılmışlarsa, bu Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıyor işte. Onlar için ne vatanın bir değeri var, ne namusun, ne şerefin, ne bağımsız bir ülkenin…
Ne diyor?
“Keşke Yunan galip gelseydi.”
Utanmıyor, arlanmıyor böyle bir şeyi söylerken. Kalmamış ki hiçbir insani duygu ve değer.
Aynı kategorideki bazı satılmışlar da der ki; “Keşke İngiliz’in sömürgesi olsaydık.”
Kadir Mısıroğlu, Cumhuriyet’in hocaları astırdığını iddia ediyor. Burada da büyük bir yalana baş vuruyor. Asılanlar, din adamı oldukları için değil, Mısıroğlu gibi Kuvayimilliye düşmanı ve işgalci emperyalistlerin yandaşı oldukları için asılmıştır. Yoksa Cumhuriyet hiçbir gerçek din adamını astırmamıştır.
Saygıdeğer arkadaşlar;
Bundan önce de defalarca söyledik: Bunlar aslında Ortaçağ’ın Ümmetçilik Konağını yaşamaktadırlar. Bunların sınıf temelini oluşturan Antika Vurguncu Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı, kayıtsız şartsız egemen sınıf olduğu o günlerin özlemi içindedir hep. Dolayısıyla da, ulusa ilişkin hiçbir değer taşımaz bunlar. Malûm; Ortaçağ, Ümmetçilik çağıdır. Batı Hıristiyan Ümmetidir, Doğu’nun İslam Dünyası ise İslam Ümmetidir.
İşte bunları üreten, yaratan bu Antika Sömürücü Sermaye Sınıfı hep kendi dünya görüşüyle doktrine eder bunları. Bu sebepten, ulusa ve ulusal değerlere düşmandır bunlar. Ortaçağ’ın Ümmetçiliğini yaşasınlar da, Yunan’ın emrinde olsunlar, Yunan’ın sömürgesi olsunlar, Yunan’ın tecavüzüne uğrasın anaları, bacıları; hiç umurlarında olmaz.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sadece birkaçının ya da bir bölümünün inanışı, görüşü değildir, Mısıroğlu’nun dile getirdiği hezeyanlar. Bütün dincileri, bütün Ortaçağcı şeriat özlemcilerini kapsar bu görüş. Başka türlü ifade edersek; hepsinin ortak kanaati ya da ideolojisidir bu. Siyasetçisinden Tefeci-Bezigânına, tarikat şeyhinden Kur’an Kursu ya da cami imamına kadar hepsi bu kanaattedir işte.
Kur’an Kurslarında, tarikat yurtlarında ve okullarında, İmam Hatiplerde hep bu görüş öğretilir genç insanlarımıza. İşte bu zehirli düşüncelerle uyuşturulur gençlerimizin beyinleri. Ve işte bu eğitimler sonunda o gençlerimiz vatan millet, halk düşmanı haline getirilir, laiklik ve Mustafa Kemal düşmanı haline getirilir. Tabiî böylece de çağın insanı olmaktan çıkarılır o gençler. Ortaçağ’dan fırlayıp gelmiş meczuplar olarak doldururlar kasabalarımızı, şehirlerimizi. Ve işte bunlar sayesinde Tayyipgiller, 15 yıldan bu yana bütün ihanetlerine, vurgunlarına ve katliamlarına rağmen iktidarlarını sürdürebilirler.
Bu Muaviye-Yezid Dininin afyonu; eroin, kokain kadar, hatta şu sıralar pek çok gencin canına mal olan bonzai kadar zararlıdır ve tahripkârdır. İnsanlıktan çıkarır bu eğitimler gençlerimizi. Onları aynı zamanda his yoksunu robotlar haline getirir. Ne vicdan kalır, ne merhamet, ne acıma duygusu… Canavarlaştırılır adeta, o yılan yuvalarından geçen insanlar.
Bunların bir diğer özelliği de, yukarıda belirttiğimiz gibi, doymaz bir iştahla kamu malı aşırmalarıdır, hırsızlığıdır. Bu özellik de, temsilcisi oldukları Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının bir karakteristiğidir. O sınıf, üretimle ilgilenmez. Üreticilerle tüketiciler arasında aracılık eder, bezirgânlık yapar. Yok fiyatına üreticiden alır, fahiş fiyatla tüketiciye satar. Ayrıca da hem üreticileri hem tüketicileri borçlandırarak onlardan korkunç faiz alır. Yani tefecilik yapar.
Bu arada da durup dinlenmeden, kitabına uydurup kamu mallarını hırsızlar, zimmetine geçirir, küp doldurur…
İşte bu sebepten, bunların fetvacısı Hayrettin Karaman ne diyor?
“Yolsuzluk hırsızlık değildir.”
Meşrulaştırıyor yani kamu malı aşırıcılığını, her türden yolsuzluğu…
Daha önce de söz etmiştik, Kadir Mısıroğlu denen kaşar Ortaçağcı, Almanya’ya kaçıyor bir dönem. Orada Suudi Prenslerle anlaşarak petrol yolsuzluğu yapmak istiyor. Bu aracılık edecek, Suudi Prens normal piyasa fiyatının çok altında petrol pazarlaması yapacak, Mısıroğlu’nun aracılık ettiği şirket de o petrolü alıp piyasa fiyatından satarak milyonlarca dolar vurgun vuracak. Mısıroğlu’nun payına düşecek olan ise, kendi ifadesiyle, üç senelik mukavele karşılığında 6 ayda bir 54 milyon dolarmış. Yani toplamda tam 324 milyon dolarmış. İsterseniz, kendi kitabından, kendi ağzından aktaralım, planladıkları namussuzca vurgunu:
***
B- BİRİNCİ ALMANYA İKAMETİM
Bütün bu araştırmaların sebebi, bu sırada Almanya’ya yerleşmeyi düşünmüş olmamdı. Bununsa sebebi gayet basitti. Orada 1978 yılında “Sebil” Dergimizin bir şubesini açmıştık. Buna istinaden de oturma hakkı elde etmiştim. Çoluk çocuğumu getirtip Almanya’da oturabileceğimi ümid ediyordum. Lakin biraz aşağıda izah edileceği üzere bu mümkün olmadı. Almanlar benim oturmamı kabul ediyor, çoluk çocuğumun ise üç ay zarfında Almanya’yı terk etmesini şart koşuyorlardı. Bu keyfiyet henüz belli olmadığı günlerde geçim için birçok düşünceler aklıma geliyordu ki, bunlar hep Almanya’da ikamet esasına dayanıyordu. Bu inşaat işi de onlardan biriydi. Lakin bu uzun vadeli iş, Almanların zikri geçen engeli çıkarmaları sebebiyle başlamadan bitmiş oldu. Ancak bu arada başka ticari teşebbüsler de oldu ki; bunların en ehemmiyetlisi Suud Kral Ailesi’yle irtibata geçilerek OPEK fiyatının altında bir fiyatla petrol satmaktı. Gerçekten ticaretin “cehd”den ziyade bir “baht” işi olduğunu inkarı gayr-ı kaabil bir surette ortaya koyan bu petrol pazarlama faaliyeti hayatımda hiç unutamayacağım bir macera olmuştu.
a- Petrol Macerası
Cenevre’den Frankfurt’a döndükten sonra, inşaat mevzuunda ne yapabileceğim hususunda araştırmalara koyuldum; bazı Türk ve Alman firmaları ile görüştüm. Fakat işe başlamadan önce İsviçre’nin Zürih Şehri’nden bir telefon geldi. Beni arayan İstanbul’dan tanıdığım Halid Abdullahoğlu idi. Bu arkadaş yurtdışına kaçabilmemde emeği sebkat etmiş (geçmiş) olan Asım Mâilmâil isimli avukat arkadaşımızın eniştesiydi. Önce Suudi Arabistan’a gitmiş orada bir iş yapmaya muvaffak olamamış ve Avrupa’ya dönmüştü. Kendisi:
“- Un ambarına düştük, fakat unlanmadan dışarı çıktık!..” diyerek oradan muvaffakiyetsiz dönüşünü hulasa ediyordu.
İsviçre’de benim en aziz dostlarımdan Aslan Tok Hocaefendi’nin yanında kalıyor ve Almanya’ya intikal etmek istiyordu.
Talebi üzerine İsviçre’ye gidip O’nu Frankfurt’a getirdim. O zamanlar Türkler için İsviçre vizesizdi. Bundan dolayı ancak oraya kadar gelebilmişti. Almanlar ise, Alman plakalı arabalara gümrüklerde pek bakmazlardı. Hâlid Abdullahoğlu’nun da bu seyahatleri ciddi bir iş yapmak arzusundan doğduğu için, ne yapacağımızı birlikte düşünmeye başladık. Onun Cidde’de teşrik-i mesai ettiği “Celesi” isimli şirketi vardı. Onlara Suudi Arabistan’ın ihtiyacı olan bazı malları gönderebileceğimiz düşüncesiyle büroya bir teleks aldık. O zamanlar henüz faks icad edilmemişti. Teleksle mesajı daktiloda yazar gibi yazıyordunuz, aynı anda muhatab makina da otomatik olarak bu yazıyı tekrarlayıp kağıda geçiriyordu. Bu suretle birkaç ay muhabere ettik. Orada bir Türk arkadaş çalışıyordu: Ebuzer Bozkurt. Bu arkadaş, Güneydoğu Anadolu’lu idi. Uzun zamandır Cidde’de yaşıyordu. Değerli bir hocaefendi olmasına rağmen ahlâken adeta araplaşmıştı. Bize bu müddet zarfında iki yüze yakın mal aratmış, fiyat tesbiti yaptırmış ve hiçbirinden bir netice hasıl olmamıştı. Tam netice alınacağı sırada talep sahibinin hastahaneye yattığı veya seyahate çıktığı gibi asılsız bahanelerle talebini neticesiz bırakıyor, başka bir mevzua geçiyordu. Öyle ki, artık bize gına gelmişti. Ayda takriben 15-20 bin marklık teleks ve telefon masrafı yapıyorduk. Tam ondan ümid kestiğimiz bir anda, bize calib-i dikkat bir teklif yaptı. Bu teklif, herhangi bir ülkeye Suud petrolü satmak mahiyetinde idi. Bu da şöyle olacaktı. O zaman petrolün Dünya’daki fiyatı, varil başına 32 dolardı. Bu OPEK (Petrol Üreten Ülkeler Birliği) fiyatıydı. Eğer Kral Ailesi’nden nüfuzlu bir kimseye ulaşılabilir ve ona varil başına bir dolar rüşvet verilirse, Suud petrolünü çok daha düşük fiyatlara satın almak mümkündü. Araplar bu rüşvete “bahşiş” diyorlardı. Bizim temasta olduğumuz Celesi Şirketi’nden aslen Sudanlı, Hamdun adında bir arap çalışıyordu. O’nun dayısı, Binbaşı rütbesiyle “Hâil” valisi Mukrim bin Abdülaziz’in maiyetindeydi. O’nunla Mukrim bin Abdülaziz’e ulaşıp bu işi gerçekleştirmek mümkün görünüyordu.
Mukrim bin Abdülaziz, bugünkü Kralın kardeşidir ve halen de Hâil valisi bulunmaktadır.
Suud Kral Ailesi’ne mensub kimseler bu işi yaparlar, lakin duyulduğu takdirde kabahati yanlarındaki bir yabancıya yıkmak düşüncesiyle hareket ederlerdi. Bu bakımdan Hamdun’un dayısından bu sebeple istifade etmek mümkün görünüyordu. Galiba bu teklif Hamdun’a O’ndan aksetmişti.
Uzun çalışmalardan sonra Newyork Noterliği’nden bir Amerikan firmasına günde beş yüz bin varil petrol satılması hususunda bir mukaveleyi gerçekleştirdik. Mukavelenin tarafeyn için pek çok şartları vardı. Yükleme zamanı, yüklemeyi yapacak gemi, bu geminin hiçbir Yahudi limanına uğramamış olması ve bedelin banka te’minat mektubuna bağlanması gibi çeşitli hususları yerine getirdik. Tarafları varil başına yirmi altı dolar bir fiyatta anlaştırdık. Alıcı firma, Mukrim bin Abdülaziz’e varil başına bir dolar bahşiş (!) veriyordu. Mukavele üç senelikti. Fiyat garantisi altı ay için geçerliydi. Altı ayın bahşişi, elli dört milyon dolar tutuyordu. Fiyat değişmediği takdirde bu meblağ altı kere verilecekti.
Bizim komisyonumuz da varil başına bir dolardı. Bu durumda biz de altı ayda bir elli dört milyon dolar komisyon alacaktık. Bu da altı kere tekrarlanacaktı. Şirketin bir adamı, Cidde’deki Meridyen otelinde bekliyordu. Bizse bu işi iki ayrı grup halinde yapıyorduk. Bir grupu Sudan’lı Hamdun, dayısı ve Cidde’deki Celesi Şirketi teşkil ediyordu. İkinci grupsa bizdik. Bizim grupta bir Hollandalı ve iki de alman vardı. Mutemed adamımız ise Marks adındaki Hollandalıydı. O da Meridyen otelinde bekliyordu.
İnşaat işini gerçekleştirmek için Zeki Bilge’den aldığım yüz bin mark bu uğurda harcanmış, fazladan olarak Sebil abonelerinden toplanmış olan yüz bin mark civarındaki para da sarf edilmişti. Cem’an iki yüz bin mark masrafımız olmuştu. Bu ikinci grupun başı bendim. Mukavele tasdik edilip Mükrim bin Abdülaziz tarafından bahsi geçen şirkete günde beş yüz bin varil petrolün, varil başına yirmi altı dolardan satışı için emir verilince, şirket temsilcisi hem Mükrim bin Abdülaziz’in ve hem de bizim çekimizi yazıp Hollandalı Marks’a teslim etmişti. Telefonla haberi aldık. Derhal İsviçre’de bir banka ile irtibata geçerek elli dört milyon dolar yatırmak istediğimizi bildirerek şartlarını sorduk. Zira bu kadar paranın Almanya’ya girişi, hakkımızda şüphe doğurur ve başımızı ağrıtabilirdi. Gelen cevapta yüzde bir “muhafaza ücreti” taleb ediliyordu.
Tam bu sırada Almanya’daki Stern dergisinde uzun bir makale yayınlandı. Bunda Avrupa Devletleri’nin resmi temas suretiyle Suudi Arabistan’dan OPEK fiyatından petrol almalarının, bir nevi enayilik olduğu anlatılıyor ve bu görüşü isbat için de müdellel bir surette bir vak’a hikaye ediliyordu.
Münih’te bir grup Alman, aynen bizim yaptığımız gibi, o zaman da, halen de Suud Milli Savunma Bakanı olan Kralın diğer bir kardeşi Sultan bin Abdülaziz’e ulaşmış ve kendisine varil başına bir dolar rüşvet vermek suretiyle bir İsviçre firması olan “Avia” firmasına yirmi altı dolardan, bilmem ne miktar petrol verilmesini temin etmişlermiş. Bu işi yapanlar arasında, paranın taksiminden dolayı kavga çıkmış ve içlerinden biri mağdur edilmiş olacak ki, elindeki bütün evrakı, Stern dergisine vererek bu aleyhte neşriyatı yaptırmıştı.
Bizim Hollandalı adamımız, biz kendisinin Kralın kardeşi Mukrim bin Abdülaziz’le görüşmesini sağlayınca, bize karşı bir hile yoluna sapmış ve bizden habersiz olarak, O’na bir de bu Avia Şirketi’nin bir teklifini götürmüş imiş. Biz bunu sonradan öğrendik. Stern Mecmuası’ndaki bu haber, Mukrim bin Abdülaziz’e bildirilince, O, kardeşi Sultan bin Abdülaziz’in rüşvet aldığı yolundaki haberlerle kötülenmesine sebep olan bu firmanın işini yapmış olmaktan dolayı pişmanlık duymuş ve bunu, kendisi için de bir tuzak sanarak öfkelenmişti. Suud Kral Ailesi mensupları böyle işleri daimi bir surette yapmaktalarsa da bunun dahilde duyulmasını asla arzu etmezler. Bu sebeple mahud derginin Suud Ülkesi’ne girmesini yasakladığı gibi, hususi uçağını göndererek Cidde’den bizim adamımız hollandalı Marks’ı “Hail”e getirtmişti. Üzerini aratmış, benim adıma yazılı elli dört milyon dolarlık çeki, kendisine verilmiş olan aynı miktardaki çekle birlikte yırtıp suratına atmış ve:
“- Ulan, kardeşime yaptığınız komployu bana da mı yapacaktınız?” diye bağırmıştır.
Marks’ın masumiyetini isbat için konuşmasına meydan vermeyerek, O’nu aynı uçakla Cidde’ye göndermişti. Marks, zaten ertesi günü Frankfurt’a uçacaktı. O, Frankfurt’a geldiğinde, bize işi doğru olarak anlatmamıştı. Çünkü Avia firmasının işini bizden gizli olarak tezgahlamıştı.
Bu sırada petrol mes’elesiyle ilgili olarak Âsım Mâilmâil de Frankfurt’a gelmişti. Bu muvaffakiyetsiz teşebbüsten sonra, o, bu işi başka kanallarla gerçekleştirmek için iki üç ay daha uğraştıysa da bir netice hasıl olmadığından, Halid Abdullahoğlu’nu alıp Türkiye’ye dönmüştü.
Bu muvaffakiyetsizliğin zahirdeki sebebi, güya Stern’de çıkan makaleydi. Hakikatte ise, kader planına bağlı ve benim iddialı bir sözümün neticesiydi. Çünkü ben, bu petrol işini gerçekleştirmeye çalışırken:
“- Zekamı ilk defa ticaret için kullanıyorum.” demiş ve neticeyi aklımın ve irademin mahsulü olacak sanarak iddialı konuşmuştum. Şimdi anlıyordum ki, -yukarıda da söylediğim gibi- servet cehd işi değil, baht işidir. Hatta siyaset de öyledir.
Daha doğrusu, bahtın rolü, cehdin rolüne galibdir. Bunun aksi, sırf ilim elde etmede mevzubahistir. Böyle olmasa aptallar açlıktan ölürlerdi. Halbuki parasının sayısını bilmeyen nice aptallar vardır. Hatta bunlardan bazıları para ile sağlanan bu refaha ulaşmak için denize taş atmak kabilinden bile yorulmuş değillerdir.
Diğer taraftan Cenab-ı Hakk iddianın karşısındadır. İddialı kulunu -o nezd-i ilahiyesinde makbul ise- onu iddiasızlaştıracak esbab halkeder. Ne tedbir alırsanız alınız, o tedbiri mağlub edecek maniler zuhur edebilir. Bereket ve muvaffakiyet, tedbirin takdire tevafuku nisbetindedir.
Bu gerçeklere vakıf olunca kaleme aldığım bir şiirde:
“İddia diye vücud
Ondan istiğfar sücud”
beytine yer vermiştim.” (Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçinde Gurbet, Sebil Yayınları, 1’inci Basım, 2004, s. 35-41)
***
İşte hiç utanıp arlanmadan da yapmayı planladıkları kamu malı hırsızlığını böyle ayrıntılıca anlatır bunlar. Dedik ya, bunlarınki Gerçek İslam değil. Kur’an ve Hz. Muhammed İslamı değil. Muaviye ve Yezid İslamı’dır bunlarınki. Sahte İslam’dır. “Hırsızlar Dini”dir ya da. Hırsızlığı günah saymayan, hatta meşru gören bir dindir bunlarınki.
Gerçek İslam ise, bakın “gulül” dediği kamu malı hırsızlığını nasıl lanetler ve suçlar:
“Bir peygamberin emanete hıyanet etmesi/kamu malından aşırması olacak şey değildir. Her kim hıyanet eder, kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getirir. Sonra her benliğe; kazandığı tam olarak ödenir. Hiç birine zulmedilmez.” (Ali İmran Suresi, 161. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
“Gördün mü o, dini yalan sayanı?
“İşte odur yetimi itip kakan:
“Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
“Lanet olsun o namaz kılanlara/dua edenlere ki,
“Namazlarından/dualarından gaflet içindedir onlar!
“Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.
“Ve onlar, kamu hakkının yerine ulaşmasına/zekâta/yardıma/iyiliğe engel olurlar.” (Maun Suresi, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
Rahmetli Hoca’mız Yaşar Nuri Öztürk’ün deyişiyle; AKP’giller’in tamamı Maun mücrimidir, gulül suçu işlemiştir. Dolayısıyla da bunların hiçbirinin cenaze namazı Müslüman sıfatıyla kılınamaz. Bunların gittikleri camilerde de kılınan namaz kabul olmaz…
Çoğu arkadaşımızın bildiği gibi, Kadir Mısıroğlu AKP’giller yandaşıdır. Ve Tayyip hayranıdır. Öylesine ki, AKP’giller’e ve Tayyip’e oy vermeyene kâfir diyecek kadar ileri götürür bu yandaşlığı. Tayyip de karşılıksız bırakmaz bu fesli ahlâksız Ortaçağcının kendine olan muhabbetini. Medyadan öğrendiğimize göre ona “Hocam” diye hitap edermiş Tayyip.
Saygıdeğer arkadaşlar;
İşte bu çağdışı insanların halleri böyledir. Onların dünyası, bizim insani ve siyasi değerlerimizin bir tekini bile taşımaz. Ayrı bir dünyanın yaratığıdır onlar. İşte bu sebepten de düşmandırlar vatana, millete, halka, Laik Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal’e ve Birinci Kuvayimilliye’ye.
Neylersiniz ki, 15 yıldan bu yana bunların elindedir Türkiye. Felaketten felakete sürüklemektedirler ülkemizi, bildiğimiz gibi. İktidara gelebilmek ve kalabilmek için de emperyalistlerle yani ABD ve AB’yle her türlü hainane işbirliğine girmekten asla çekinmezler.
Emperyalizm de sömürmek ve sömürgeleştirmek için bir geri ülkeye girdi miydi, oradaki en gerici sınıf, tabaka ve zümrelerle ittifaka girer. İslam Coğrafyasında emperyalistlere en uygun olacak müttefik, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır ve onların her plandaki temsilcileridir. Siyasiler de tabiî dahildir bunlara.
İşte böylesine bir lanet halkası dolandırılmıştır Türkiye’nin boynuna. Daha önce de pek çok kez söylediğimiz gibi, bunlar 1950 sonrası ABD’nin uygulamaya koyduğu “Yeşil Kuşak Projesi”yle hızla gelişmişler, güçlendirilmişler ve iktidarlara getirilmişlerdir. Önlerindeki tüm bentler yıkılmış, efendileri olan emperyalistlerse her alanda desteklerini vermişlerdir bunlara. Bu sınıf ve temsilcileri, emperyalistlere uşaklık etmekten asla geri durmazlar. Her türlü ihaneti duraksamadan ederler. Yeter ki vurgunları sürsün, iktidarları devam etsin… Bunların karşılığında vermeyecekleri, satmayacakları hiçbir şey yoktur…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
23 Temmuz 2017
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı