Bugün de bir Kedi Davası daha görüldü
Bugün de bir Kedi Davası daha görüldü
Dün Genel Başkan’ımızın eşi, yoldaşımız Hacer Abla’mızın davasından sonra, bugün de Genel Başkan’ımızın hâlâ derdest olan davasının duruşması vardı.
Korumasız sokak hayvanlarına bakan, emekli öğretmen maaşlarını bu hayvancağızlarla paylaşan Genel Başkan’ımız ve Melek eşinin; insan, hayvan, bitki dışında dördüncü tür yaratık olan bir güruhun hayvanlara eziyet etmelerine, ağaçları katletmelerine karşı çıkmaları nedeniyle açılan, bir kısmı beraat bir kısmı karşılıklı cezalarla sonuçlanan, bir kısmı da hâlâ derdest olan ve “Kedi Davaları” olarak adlandırdığımız seri davalardan biriydi bugünkü dava.
Davaların ilki, AKP’giller’den bir belediye başkanlığında şoför olarak çalışan, dördüncü tür yaratıkların elebaşının, bir kediye tekme atmasını engelleyen Genel Başkan’ımızı şikayet etmesi üzerine açılmıştı. Genel Başkan’ımız bu davada beraat etmişti.
Bu davada, belki yaptığından utanır umuduyla ve komşuluk hatırına karşı şikayette bulunmayan Genel Başkan’ımızın ve eşinin sonraki davalarda karşı şikayetlerde bulunması sonucu verilen karşılıklı cezalarda; Genel Başkan’ımız ve eşi tamamen hukuka aykırı şekilde cezalandırılmışlardı.
Hayvan, ağaç, çevre ve insan düşmanı; vurgundan, yalandan-dolandan, zulümden, din bezirgânlığından başka bir şey bilmeyen AKP’giller’den oluşan güruhun kışkırttığı ve kendileri gibi dördüncü tür yaratıklardan olan bir kiracılarının, Genel Başkan’ımızın melek eşine hakaretinin ve tehdidinin misliyle hesabının sorulmasını şikâyet konusu yapması üzerine açılan bir davaydı, bugün duruşması yapılan.
Genel Başkan’ımızın tamamen bir atfı cürüm (suç atma) olan, hiçbir delile dayanmayan; tanık anlatımları, karşı tarafın çelişkili, yalan beyanlarıyla asılsız olduğu açığa çıkan bıçakla adam yaralama suçu isnadıyla yargılandığı davada, karşı taraf da hakaret ve tehdit suçlarından yargılanıyor.
Bir önceki duruşmada, tehdit suçu nedeniyle dosya Uzlaştırma Bürosuna gönderilmişti. Uzlaştırma Bürosunun raporunun gelmemesi üzerine dava 11 Temmuz 2017 günü saat 10.10’a bırakıldı.
AKP’giller’in hukuk bürolarına dönüşen yargının vereceği cezalar bizleri asla yıldıramayacaktır.
Kazanan insan, hayvan, bitki ve doğa seven gerçek insanlar olacaktır. 31 Mart 2017
Kurtuluş Partili Hukukçular
HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Açıklamaları
Saygıdeğer arkadaşlar;
Her zamanki cümlemizle girersek söze: Avukat yoldaşlarımız davanın hukuki boyutuna ilişkin açıklamaları yapıyorlar. Bize laf bırakmıyorlar.
Bu sebeple, biz de bugün size aşağıda birlikte çekilmiş resmimizi göreceğiniz Portakal oğlumuzun trajik yaşamından söz edelim.
Portakal’ı, Kaçak Saraylı Reis’in AKP’gilleri’nin bir vurguncu müteahhidi, küçücük bir yavru iken almıştı evine, çocuklarının isteği üzerine. Batı Karadenizli, Portakal. Oradaki yazlığında bakmış, Parababasının çocukları kısa süreliğine. Sonra da, artık bezmişler mi desek, yoksa yazlık dönüşü İstanbul’daki lüks konuta uygun bulmamış mı ebeveyni desek, bilemiyoruz. Sonuç olarak, artık evde istenmez olmuş, Portakal. İşyerinde çalışan bir komşumuza; “bunu götür bir çaresine bak”, demişler. Evde yoktuk o gün. O da, mahallede herkesin bildiği gibi bizi biliyor tabiî, biçare hayvanlara kayıtsız kalamayacak. Doğruca alıp getirmiş kafesi içinde. Özetlemiş durumu. Oğlum almış. Geldik, gördük biz de…
İki aylık kadar bir yavruydu o zaman. Kısa sürede uyum sağladı, evimize ve türdaşlarına. Ortalama 3 yıldan bu yana da, mutlu bir yaşamı oldu.
İki ay kadar önce, omzu üstünde bir sertlik hissettik. Allah Allah, dedik, ne ola ki bu…
Bir süre bekledik, belki geçer diye. Geçmediği gibi, her geçen gün büyüyor ve sertliği de artıyordu, anormal oluşumun.
Beşiktaş’taki sevgili veterinerlerimiz karı koca, Didem ve Fuat Karakaya’ların kliniğine götürdü, Sultan, Portakal’ımızı. Enjektörle sıvı aldılar tümörden. “Pek iyiye benzemiyor, Hacer Abla ama…” demişler. “Kesin tanı ve tedavi konusu bizi aşıyor. Avcılar’a bir götürseniz…”
Aynı hafta, oğlumla birlikte İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampusundaki Veteriner Fakültesine götürdü, sevgili Portakal’ımızı. Orada da tanıdığımız hayvansever, genç bir akademisyen veteriner var. İlgilenir, oldukça. O da sıvı alır tümörden. Lanet hastalığın tanısını koyar. Çünkü jel görünümündedir sıvı. Ve bu, o onulmaz derdin belirtisidir. Tahlil eder, hocasına da danışır. Sonuç kötüdür.
“Tümörü alırsak, yeniden oluşur. Tümden kazınamaz. Üstelik de, yara kapanmayabilir. Enfekte olur. Daha da kötü bir durum ortaya çıkar, böyle olunca da.”
Eee, ne olacak? demiş Sultan.
“Böyle idare edebildiği kadar edecek…”
Çaresiz döndüler eve. O günden bu yana tümör, daha da büyüdü. Üstelik de tam tepesi, aşağı yukarı 50 kuruş çapında açıldı. Açık yara görünümünde orası.
Şu an, yiyip içmesi eskiye oranla biraz azalmış olsa da fena değil. O da hastalığının farkında. Boynunu döndürebildiği oranda yalamaya çalışıyor tümörü. Ama hem boynu tam yetişmiyor, hem de yalaması bir fayda sağlamıyor. Besbelli ki acılar duyuyor oradan. İçgüdüsel olarak da yalayarak orayı iyileştirmek istiyor. Ne bilsin zavallı, onulmaz bir derde duçar olduğunu…
Bize daha da bir sokuldu, bağlandı, hastalığından bu yana. Ne zaman otursak kendisini kucağımıza atıyor. Yatınca gelip göğsümüzün üstünde, yanında bize temas ederek yatmak, uyumak istiyor.
En kaliteli ekstra yiyeceklerle besliyoruz, hastalığının başlangıcından bu yana. Ölümcül hasta olan her yavrumuza baktığımız gibi… Hiç değilse, son aylarını olabildiğince mutlu yaşasın istiyoruz.
Ama, her görüşümüzde de acı duyuyoruz. Ölüm yolcusu bir yavrumuzla yaşamak, ister istemez acı çektiriyor bize.
Kan kanserinden, kalp krizinden, FİV’den (Kedi AİDS’inden), Corona Virüsünden ölen yavrularımız oldu. Son bir yıl içinde, bu şekilde beş altı yavrumuzu kaybettik.
Hiç değilse, kalp krizi anında götürüyor, insanları olduğu gibi hayvanları da. Bir saat içinde ölüp gidiyor, sapasağlam hayvan. Ama FİV, eritip kurutuyor hayvanları. Sadece iskelet kalıyorlar son günlerinde. Bu da acı veriyor çok. Aylarca işkence ediyor FİV. Tıpkı insandaki gibi… Değişik enfeksiyonlar da oluşturuyor, ölüme götürdüğü süreç içinde. Corona Virüsüyse, çok daha hızlı bir ölüm celladıdır. Üç dört gün içinde, öldürüyor sapasağlam hayvanı. Sindirim sistemini kilitliyor bir anda. Hayvan hiçbir şey yiyemez ve bir damla bile su içemez hale geliveriyor.
Bu virüsleri, bizim “ırk hastası” dediğimiz yabancı kedi ırklarına tutkun sosyetik hayvanseverler taşıyıp getirmişler, ülkemize. Veterinerlerimizin söylediğine göre, 20 sene önce bu virüsler yokmuş Türkiye’de. Şimdi ise, İstanbul kedilerinin yüzde 90’ı bu virüslerle enfekte olmuş durumda. Her hayvanda atağa geçmiyor, bu virüsler. Atağa geçmeyince de, normal yaşamını sürdürüyor hayvanlar. Direnç düşüklüğüyle atak yapıyorlar genellikle. Yetersiz beslenme, aşırı soğukta kalma gibi benzeri direnç kırıcı durumlar hazırlıyor bu atak zeminini.
Birkaç gün önce Sultan, marketten kuyruklu torunlara yiyecek alıp eve dönerken, 200 metre kadar uzağımızdaki henüz boş olan arsada 6 yavru köpecikle annelerini görüyor. Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, yavrucuklar apaçık ortadalar.
Fakat, dikkat edersek; 5 tane görülmektedir. İlk gördüğünde Sultan, birinin hasta gibi göründüğünü, arka tarafını sallanarak, güçlükle çektiğini söylemişti. Sonraki gidişlerinde ise görememiş o yavruyu. Besbelli ki, öleceğini hisseden tüm hayvanlar gibi ölü bedenim ortalıkta kalmasın diye, çekilmiş bir kuytu köşeye. Ve orada karşılamış ölümü…
Sığınabilecekleri hiçbir yer yok, yağmurda yaşta. Eskiden oranın hemen yanıbaşında eğimli zemininden dolayı kaymış, duvarlarında çatlaklar oluşmuş boş, metruk bir ev vardı. Orada ve onun bahçesinde kedilerin, köpeklerin barınacağı yeterli mekan vardı. Orada yaşıyorlardı. Kaldı ki, şimdi bulundukları resimde görüldüğü gibi, ağaçtan, ottan, çalıdan çırpıdan arındırılmış mekan da ağaçlık ve çalılıktı. Onların arasına da girip daha rahat bir ortam edinebilirlerdi. Ama şimdi ikisi de ortadan kalkmış durumda.
Metruk evi istimlak edip ortadan kaldırdılar. Yerine cami yapıyorlar şimdi. Köpeciklerin bulunduğu arsaya da İmam Hatip yapacaklarmış, esnafın söylediğine göre.
Tayyipgiller, bildiğimiz gibi, vurguna, kamu malı hırsızlığına, ABD işbirlikçiliğine, ihanete ve vatan satıcılığına hız verdikçe; din sömürüsünün, din tacirliğinin şiddetini de aynı oranda arttırıyorlar. Mecnunlaştırdıkları kitlelerin uyanmasını, ayıkmasını engellemek için, durup dinlenmeden din alıp satıyorlar. Kadını öne sürüyorlar, başörtüsünü, çarşafı öne sürüyorlar, “Benim türbanlı bacılarım, laik zihniyetin zulmünü çekti, yıllardır.”, diyerek vb. ilkel, iğrenç demagojilerle afyon dozunu yükseltiyorlar. Bir taraftan da, cami, Kur’an Kursu, İmam Hatip okulları açıyorlar, onların miktarını arttırıyorlar, olanca hızıyla.
Ama, onların açtıkları camiler, Hz. Muhammed’in deyişiyle “Dırar Mescitleri”dir. Yani zulüm mescitleridir oralar. Riyakârların, Gerçek Müslümanları Allah’la aldatmak amacıyla kurdukları kapanlardır onlar.
Ne diyor Hz. Muhammed, böyle mescitler yapanlar için?
“O riyakârların başlarına yıkın, yapmış oldukları Dırar Mescitlerini!”
Hep dediğimiz gibi, onların öğretme iddiasında oldukları din de, Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın İslam’ı değildir. Muaviye-Yezid İslamı’dır, CIA-Pentagon İslamı’dır. Sahte İslam’dır. Hırsızlar dinidir onların dini…
Sultan, gördüğü günden bu yana, o köpeciklere ve annelerine de yiyecek veriyor, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez.
Dün akşam saat 20.00 gibi telefondan aradı beni. Partide çalışıyorduk. “Hoca”, dedi, “şu an köpeklere baktığım arazideyim. Hiç değilse yerden soğuk alıp, altlarından üşümesinler diye koyduğum büyük mukavva yok olmuş. Yiyecekleri üzerine koymak için yere serdiğim ve uçmasın diye kenarına taşlar koyduğum naylonu da kaldırıp uzağa atmışlar. Oraya koyduğum su kabını, sabah akşam su aktardığım 5 litrelik naylon bidonu da yine uzağa fırlatmışlar. Eğer çocuklar yapmadıysa bunu, çevredeki zalimlerden biri yapmış olabilir, diye endişeleniyorum. Bunlar yarın bu yavrulara da bir kötülük yapabilirler. Anneyi kovalayıp yavruları başka bir yere attırabilirler. Yahut, Belediyeye haber verip barınağa götürtebilirler. Barınaklar da tecrübeyle sabit olduğu üzere, özellikle yavru köpekler için ölüm hücreleridir…”
Ben, dur bakalım Sultan, dedim. Yarın anlaşılır ne olduğu. Haberimiz olursa, o işi yapmış olabilecek bir zalimden sorarız hesabını. Ama belki de çocuklar yapmıştır. Belki de kağıt mukavva toplayanlardan biri alıp gitmiştir o mukavvayı, dedim. Telaşlanma bakalım bu kadar…
Sultan, kullanılmayan bir kilim götürmüş mukavvanın yerine koymuş, üstlerinde yatsınlar diye. Naylonu yeniden getirip koymuş yerine. Su bidonunu da bir duvar dibine, köşeye saklamış. Öyle dönmüş eve.
Bu sabah gitti, saat 10:00 civarı. Bereket, bir değişiklik olmamıştı, hayvanların mekanında. Sultan ferahladı bir ölçüde. Yemeklerini koydu, döndü.
Anne hâlâ bana güvenemedi, diyor. Ben yaklaşınca kaçıyor 5-10 metre uzağa. Bir iki de havlıyor. Ama yavrular alışıverdiler. Beni görür görmez nasıl koşup geliyorlar, sevinç sesleri çıkararak… Kendilerini sevmeme de izin veriyorlar artık, diyor.
İşte, bizim hayat böyle.
Hayat nedir ki zaten…
Sevinçlerle acılar karmaşası…
Bize göre, acılar ağır basan tarafı yaşamın. Tabiî eğer sevgi dolu bir yürek ve vicdana sahipseniz. Bir robot değilseniz. His yoksunu değilseniz…
Acırız biz hep, çaresizleri, açları, yoksulları, acı çekenleri görünce. Gencecik ölüme gidenleri görünce. Hepsini engellemek isteriz, acı çeken hiçbir canlı kalmasın dünyada isteriz. Genç ölümleri olmasın isteriz. Ama olur, ne çare ki…
Mesela geçenlerde Ankara’nın Akyurt ilçesinde beton mibzerinin kavşakta çarptığı, ezdiği arabada bulunan 4 genç oracıkta can veriyor. Nasıl da sevimli, hayat dolu, gencecik çocuklar… İnsan görünce resimlerini, acı yüreğine işliyor.
İşte yine, geçen 13 Mart’ta birinci yıldönümü vesilesiyle Kızılay Güvenpark yakınındaki otobüs durağında PKK’nin bomba yüklü bir aracı patlatarak katlettiği 37 masum, çoğu genç insanımızın görüntüleri yayımlandı yeniden. Bir kez daha canlandı, o sevimli, o melek kadar saf, temiz yüzler gözümüzde, bilincimizde. Ve duyduk onların da acılarını.
IŞİD’in canlı bombalarla Ankara Garı’nda katlettiği 102 genç insan da yakmıştı yüreğimizi derinden.
IŞİD’in yakarak katlettiği 2 askerimizin görüntüleri, yine günlerce acı çektirdi bize. Ve gitmedi gözümüzün önünden bu görüntüler.
20’li yaşlardaki gencecik evlatlarının tabutlarına sarılıp, kapanıp feryatlar eden Türk ve Kürt annelerin görüntüleri de yakar yandırır bizi. Parçalanır yüreğimiz. Neylersiniz…
Seversen acı çekersin…
Der ki Shakespeare; “Bazı acılar ilaç yerine geçer.”
Evet, çok doğru bir tespit. Bazı acılar ruhu yur yıkar. Arındırır, lekelerinden, kirlerinden, kötülüklerinden. Tertemiz, ak pak eder.
Hiç acı duymazsa insan, sorgulamalıdır insanlığını. Görmelidir, taşlaşmaya başlayan kalbini.
Fakat, bazı acılarsa yıkıcıdır. Cüzzam gibi gizli gizli kemirip yer ömrü. Evlat acısı gibi, aşk acısı gibi…
Bu dolaplar, bu düzenler dünyasının, bu aşağılık sömürü ve zulüm dünyasının, alınteriyle geçim sağlayan, ezilen ve sömürülen halk kitlelerine çektirdiği acılar gibi…
31 Mart 2017