Bir kez daha dinin özü üzerine…

03.02.2025
30
A+
A-

Saygıdeğer Arkadaşlarım;

Kısa süre önce kaybettiğimiz Sümer Kraliçemiz Muazzez İlmiye Çığ’ın şu kısa videosunu bir izleyelim öncelikle:

***

Muazzez İlmiye Çığ: Sümer inanışında pek çok şeylerin daha sonraki dinlere geçmiş olduğunu görüyoruz. Ben inanışından ziyade bunu şey olarak efsaneleri var, Tanrılarla olan efsaneler. Bu efsanelerin daha sonra din kitaplarına girmiş olduğunu görürüz. Mesela Sümerler insanları evvela şöyle büyük bir kâinatta büyük bir su varmış, suyun içinden bir toprak çıkıyor ondan sonra bu topraktan çamurdan insan yapılıyor. Aynı o şekilde bütün dinlerde büyük şey var, su var. Sudan toprak çıkıyor dünya oluyor, ondan sonra insanlar çamurdan yaratılıyor. Bu hem Tevrat’ta var hem bizim Kur’an’da var. Adem’in kaburgasından yaratılma hikayesi var. Ondan sonra Habil Kabil şeyleri iki kardeşin kavga etmesi bizim dinlerimizde aynı şeyin Sümer’de olduğunu görüyoruz. Hep pek çok böyle paralel şeyler var Sümer’le şeyler arasında, din arasında.

Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılma mevzusu tamamıyla Sümerler’in bir hikayesine bağlı. O da Sümer’in yer Tanrıçası, yerin Tanrıçası var. Şeylerin Tanrıların bahçesinde 8 türlü bitki yetiştiriyor. Bu bitkiler yenmeyecek, yasak. Buna şey olarak bilgelik Tanrısı itaat etmiyor ve hayır diyor ben diyor yiyeceğim diyor, hepsinden tadıyor. Bunun için son derece hastalanıyor. Bu bizim hani şeyde elmayı tatma, yasak meyveyi tatma gibi. Ama bu Tanrı çok hastalanıyor çünkü yasaktı bu. Onun üzerine şey zaten yer Tanrıçası onu lanetliyor ortadan kayboluyor. Ondan sonra büyük şeylerle bakıyor diğer Tanrılar çok üzülüyorlar; bu bilgelik Tanrısının bu şekilde hasta olduğuna. Neyse Tanrıçayı buluyorlar getiriyorlar, Tanrıça yanına oturuyor. Neren ağrıyor işte kolum ağrıdı, kolun için bir Tanrı yarattım diyor. Başım ağrıdı başın için bir Tanrı yarattım diyor. Yahut da ne bileyim ağzım ağrıdı diyor ağzın için bir Tanrıça yarattım diyor. En sonunda da 8 yasak bitkiye karşı 8 organı hastalanıyor şeyin, Tanrının. O son organı neren ağrıyor diyor kaburgam ağrıyor, kaburgandan sana bir iyi etmek için bir Tanrıça yaratıyor. Bu Tanrıçanın adı “Kaburganın Hanımı” Şimdi Tevrat’a geçerken bu kelime Kaburga Hanımı kelimesinin bir şeyi de var “Hayat” anlamına geliyor. “Hayatın Hanımı” olarak da tercüme edilebilir. Şeyler aldığı zaman bu hikâyeyi Havva’ya “Hayatın Hanımı” anlamına gelen Havva kelimesini koyuyorlar. Böylece yani şey de ne? Adem’in kaburgasından yaratılıyor ve “Hayatın Hanımı” oluyor. Bu hikâye bundan tamamıyla Sümerler’e bağlanıyor.

***

Ne diyor bu saygıdeğer Bilim Kadınımız?

Sümer kıssaları olduğu gibi Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an’a girmiştir, diyor. Bire bir aynı kıssalar yer almıştır, diyor.

Biz de yıllardan beri ne dedik?

Kur’an’ın en az üçte biri, tarihsel gerçekliği anlatıldığı gibi olmayan Sümer, Asur, Babil, Hatti, Hitit, Yahudi, Finike ve Mısır mitolojilerinden oluşmaktadır. Yani efsanelerinden, kıssalarından oluşmaktadır.

6 bin yıl önce Sümer Medeniyeti ortaya çıktı biliyorsunuz. Aşağı Mezopotamya’da; Ur, Uruk, Lagaş şehirlerinde. Tabiî gök gürültüsü oluyor müthiş bir gürültü, şimşekler çakıyor, deprem oluyor; dağlar taşlar altüst oluyor, sarsılıyor, yıkılıyor, yer kabuğu açılıyor onlarca metre derinlikte, denizlerde korkunç fırtınalar oluyor; metreler boyu 20-30 metre dalgalar yükseliyor.

Bilimsel düşünce yok tabiî o zaman, bilim yok. Öyle olunca… Ama insanlar bunlara illaki bir sebep bulacak. Ancak sebepleri bulursa insanoğlu olayları anladığını sanır, anladığına ikna olur ve rahatlar. Doğa olaylarını, kanunlarını bilmediği için, bütün bu korkunç olayları doğaüstü bir güç yönlendiriyor, o yapıyor, diyor. Öyle düşünüyor insanlar. Yani doğanın, doğa olaylarının insanları ezmesinden, korkutmasından kaynaklanıyor Tanrıların yaratılması, ortaya çıkması; dinlerin oluşması o Tanrılar etrafında.

Sonra Sınıflı Topluma geçiliyor 6 bin yıl önce. Sınıflı Topluma geçilince, doğa güçleriyle birlikte bir de toplum içindeki egemen, sömürücü, zalim sınıflar ezmeye başlıyor insanları. O zaman işte, “Kitaplı Dinler” dediğimiz dinler çıkıyor ortaya. Hâlbuki 6 bin yıl öncesinin dinlerinde kitap yok, çünkü yazı yok. Sosyal sınıflar olmadığı için toplumda insanların birbirini ezmesi yok, toplum hep eşit kankardeşlerinden oluşmaktadır o zamanlar. Yani İlkel Komünist Toplum Düzeninde yaşamaktadır tüm insanlık. Öyle olunca ahlâksızlık diye, insanın insana zulmetmesi diye, eşitsizlik diye, dolayısıyla; yalan, hile, dümen, korku… bunlar da yok.

Yani insan neden ahlâksızlık yapar? Neden yalan söyler?

Toplum içinde başkalarını kandırmak için. Sosyal sınıflar bazında baktığımız zaman, egemen sınıf, ezdiği, sömürdüğü sınıfları kandırmak için bu yalanları söyler. İşte o sebeple Sınıflı Toplumla birlikte insanların durumları ve çıkarları uzlaşmaz bir şekilde parçalanmış, kümeler, bölümler ortaya çıkar; buna biz “Sosyal Sınıflar” deriz.

Demek ki sosyal sınıflar nelermiş: Toplum içinde durumları ve çıkarları aynı olan insan kümelerinin oluşturdukları topluluklarmış.

Egemen sınıflar, sömürücü zalim sınıflar ilk ortaya çıktıklarında, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı dediğimiz sınıfı oluştururlar.

Altta da kimler var?

Köleler var ezdikleri.

İşte o zaman yalan da, dümen de, hile de, her türlü ahlâksızlık da ortaya çıkıyor.

İşte Kitaplı Dinlerde doğanın insanları ezmesinden kaynaklanan kıssalarla birlikte, bir de egemen sınıfların, mazlum ezilen sınıfları kandırmak için ortaya çıkardığı yalanlar var, kurallar, kanunlar var. Ve görevleri sadece ezilen sınıfların başkaldırısını ezmek olan; onları yük hayvanları gibi, aynı statüde egemen sınıfların hizmetine sunmak için ortaya çıkarılmış olan kanunlar var.

Böylece Hukuk ortaya çıkıyor, yargıçlar, mahkemeler ortaya çıkıyor ve Cezaevleri ortaya çıkıyor; devlet ortaya çıkıyor böylece.

İşte bu dönemin yani Sınıflı Toplumların dinleri ahlâk da içerir. Egemen sınıfın zulmü öylesine azgın boyutlara ulaşır ki, toplumlar batarlar, 100-200 sene sonra çökerler. İşte bu düzeni, sömürüyü, zulmü hafifletmek için o dinleri kuranlar, Kitaplı Dinleri kuranlar, belli ahlâk kuralları da koyarlar oluşturdukları dinlere.

İslam’ı baz alırsak, Hz. Muhammed’in iki dönemde İslam’ı koyması var değil mi?

13 yılı Mekke’de, 10 yılı Medine’de.

İşte Mekke’deki 13 yıl boyunca Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu İslam; ezilenleri koruyan, kollayan, onlardan yana olan yani hep onların durumlarını iyileştirmek isteyen kurallardır, ayetlerdir.

Bu nereden kaynaklanır?

Hz. Muhammed, bir ila beş yaş arasını nerede geçirir?

Bir Bedevi Arap kabilesinde, göçebe Arap kabilesinde geçirir. Sütanneye verilir. Halime anneye verilir, sütanneye. Orada geçirir bir ila beş yaş arasındaki ömrünün ilk bölümünü. Yani kişiliğinin kalıba döküldüğü o Kritik Süreçteki ilk aşamayı, Bedevi Toplumu içinde geçirir.

Bedevi Toplum; İlkel Komünal Toplumdur. Özel Mülkiyet yoktur, toprak zaten ekilmez biçilmez.

Ne vardır?

Hayvancılık vardır geçim aracı olarak. Hayvanlar da tüm kabilenin malıdır, kimsenin ortak mülkü değildir. Kabilenin savunulması da yönetilmesi de kolektif olarak İhtiyarlar Heyeti tarafından yönetilir ve savaşta en yiğit olan biri (başka kabilelerle yaşanan savaşlarda en kahraman, en yetenekli, en dirayetli, en öngörülü olan biri), kabilenin şefliğini kazanır yani komutanlığını kazanır. Ama önemli konular hep Aksakallılar denen İhtiyarlar Heyeti tarafından karara bağlanır.

İşte o sebepten, İlkel Komünist Toplumun örfünü, töresini benimser Hz. Muhammed. Mekke’deki İslam bu yüzden Devrimci İslam’dır. Mekke Toplumu, Köleci Toplumdur. Köle sahiplerine karşı, Parababalarına karşı Mekke’deki ezilen sınıfları savunur Muhammed Mekke İslam’ında.

Ama Medine İslam’ında, Bedir Savaşı’yla birlikte Cihatlar Çağı’na geçilir.

Cihatlarla birlikte sonsuz mal, mülk, ganimet, köle (erkek ve çocuklardan oluşur) ve (cariye kadınlardan oluşur) edinilir. Ve köle, insan değildir Köleci Toplumda. Ticari metadır alınıp satılan, kiraya verilen, ortaklaşa kullanılan metadır köle. Aynen bir yük hayvanı, bir deve, bir sığır, bir koyun, bir keçi neyse köle de odur Köleci Toplumda.

İşte bu Cihatlar Çağı’na girilmesiyle birlikte Hz. Muhammed ve çevresinin bütünüyle malları, mülkleri artmaya başlar. Paraları, altınları, gümüşleri artmaya başlar. Sürülerindeki hayvan sayısı binleri bulur; deve ve koyun, keçi sürülerinin.

O zaman mecburen ne olur?

Hayatın kanunu ortaya çıkar.

Yani ne diyordu Marks?

“Dinler yaşanılan maddi hayatın din dünyasına yansımasıyla oluşur”, diyordu.

Demek ki Mekke’de hep kölelerin, yetimlerin, yoksulların, yolda kalmışların çıkarını savundu Hz. Muhammed, o Bedevi Toplumdan aldığı gelenek göreneklerle, örflerle, kurallarla Mekke’de devrimci bir İslam ortaya koydu. Ama Medine’ye geçişle birlikte canlı ve cansız metaların, malların birikmesi ve sahabelere paylaştırılmasıyla birlikte, o zaman İslam da ne oldu?

Otomatikman zıddına dönüştü. Mekke İslamı’nın yüz seksen derece zıddına dönüştü.

Dikkat edersek, Mekke İslamı’nda 13 yıl boyunca Hz. Muhammed tek eşlidir. İkinci bir eşle evlenmeyi düşünemez bile. Çünkü İslam’ı, eşi Hz. Hatice ve Hz. Hatice’nin kuzeni Varaka’yla birlikte oluştururlar. Ve başka hocaları da var. Yine o dönemin ünlü Arap şairi Ümeyye B. Ebi Salt’ın şiirlerinden aktarmalar da var. Yani bire bir, cümle cümle, satır satır aktarmaları da var o şiirlerden.

Demek ki kadınlar, ezilenler hep korunur Mekke İslamı’nda. Ama Medine İslamı’na geçilince, sayısız cariye de ele geçirilir.

O cariyeler ne yapılır?

Paylaştırılır. Ve o cariyelerin en güzeli, Hz. Muhammed’in payına düşer. Ona “Safiyy” denir. Yani Hz. Muhammed’in hakkı, onun payına düşen anlamına gelir safiyy. Mesela ünlü eşlerinden biri, Safiye’nin adı oradan gelir. Yani bir Yahudi kızıdır. Yahudi kabilesinin kızı ve eşi de o Yahudi kabilesinin önde gelenlerinden biridir. Çok güzel olduğu için Hz. Muhammed’e getirilir, verilir yani cariyeler arasında.

Hz. Muhammed, kendi kişicil maddi hayatında, Sınıflı Toplumun malına mülküne tamah etmemiştir. Ama sayısız cariye onun gönlünü çelmiştir. Tek eşliliği bırakmış artık sayısız eşler edinmiştir. Dönemin İslam tarihçileri, bu eşlerin sayısını 64’e kadar çıkarırlar. Fakat genelde öldüğünde Kur’an’da da zikredildiği gibi 9 eşi vardır. Demek ki sadece o konuda Hz. Muhammed Sınıflı Toplumun örfünü benimsemiş, kabul etmiştir, ama mala mülke hiç tamah etmemiştir, tutarlı kalmıştır. Ama diğer sahabeler hep mala mülke gark olmuştur. Zaten Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte iş iyice çığırından çıkmıştır.

Demek istediğimiz, yani Medine İslamı, Köleci Toplumun örfünün olduğu gibi, din adı altında İslam’a yansımasıyla oluşur. Böylece Mekke İslamı’yla Medine İslamı, yüz seksen derece birbirinin karşıtıdır.

Sözü uzatmamak için bu konuyu burada kapatıyorum….

Şimdi, ömrünün 35-40 yılını İslam’ı araştırmakla, incelemekle geçiren Dücane Cündioğlu’nun şu kısa videosunu izleyelim bir.

Ve ardından da İlahiyatçı Profesör, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu ve bu konuda akademisyenlik yaparak İlahiyat Profesörlüğüne kadar yükselmiş ve yıllarca bu görevi yapmış ve 35-36 kitap yazmış Mustafa Öztürk’ün geldiği son noktada, İslam’a dair kanaatini ortaya koyduğu şu videosunu izleyin bir:

***

Videonun çözümü

Dücane Cündioğlu: Gerçekten inanma yeteneğiniz varsa, ben ki inanmış bir adam olarak ömrümü geçirdim, eskiden inandıklarıma inanmıyorum. İnanamıyorum yani.

Bazen kabul ettiğin, yücelttiğin o inançlar bir kopmaya görsün, bir anda her şey çamura dönüyor. Aman Allah’ım diyorsun; ben bunlara nasıl inandım yıllarca, nasıl başımın üstünde taşıdım.

Eğer çok travmatik bir dönüş yaşadıysanız, inançlardan nefret edebilirsiniz, kendinize lanet edebilirsiniz. O inançlara hâlâ inananlar varsa onlardan da nefret edersiniz.

Ben kendimde buna izin vermedim. Çünkü benimki, öyle birden ampul yanmadı bende. Yıllarca sorguladım, kusuru yıllarca kendimde gördüm. Ya, işte şu dili bilmiyorum, bu dili de öğreneyim, hadi bunu da öğreneyim, hadi şunu da okuyayım, şu ilmi bilmiyorum, bu ilmi de öğreneyim… Öyle bir an gelecek ki, o anda bütün o saçmalıkların hepsi bir anda oturacak. Hah diyeceğim… İşte ondan sonra; ey insanlar filan. O kafamdaki o çelişkilerin hepsini yok edeceğim zannediyordum.

Hatta şöyle bir örnek veriyordum; din, hatta Kur’an benim için bir el lambası gibiydi. Onu anlar, doğru kullanabilirsem, nereye tutarsam orayı aydınlatacağım zannederdim. Bende öyle olmuyordu. İlk başlarda biraz öyle olur gibi oldu ama çok kısa zamanlarda nereye tutsam orası kararıyordu. Ve ben onu kullanmayı bilmiyorum diye düşündüm.

Onun için, bir insanın, birkaç ay bu işlerle uğraşması yeter bu işlerden kurtulması için. Niye 30 sene, 40 sene sürsün bu hesaplaşma. İnanmaya olan ihtiyaç ve o yaptığınız yatırımın gerçekten, gerçekten yanlış olup olmadığını sınama. Bunun için çok büyük bir azim, çok büyük bir sahicilik gerekir.

***

Prof. Dr. Mustafa Öztürk: Hep bir Tanrı inancım vardı. Uzun yıllar öğretildiğim, içinde büyüdüğüm, yetiştiğim Sünniliğin bana öğrettiği Tanrı inancına sahiptim. Fakat düşünmelerim, çalışmalarım, araştırmalarım neticesinde, giderek, bizim terminolojiyle söylersek, Vahdeti Vücutçu; felsefi terminolojiyle söylersek, biraz Panenteist bir çizgiye evirildim.

Gene bir Tanrım var. Fakat bu Tanrım, böyle, insanların günü birlik hayatlarında onun kiminle evlendiği, bunun kime ne dediği, işte seni böyle yakacağım, seni böyle kulağından asacağım gibi bir Tanrı değil.

İslam’da namertlik var mıydı?

Bu nasıl bir soru hocam diyebilirsiniz. Evet, sormak istiyorum İslam’da namertlik var mıydı?

Cevabını da kendim vereyim. Bildiğim kadarıyla benim öğrendiğim İslam’da namertlik, namertliğe yer yoktu. Ama bugünkü yaşadığımız dünyada, bugünkü yaşadığımız Türkiye’de, İslamcıların hem lügatinde hem hayatında namertliğin meğersem yeri var imiş.

Ben yıllar önce bu İslamcılık denen şeyin, ki kendim de o yolun yolcusu olarak senelerce içinde bulundum, çabaladım, oradan kendimize bir dünya görüşü oluşturmaya çalıştık falan filan. Ama yaklaşık belki 15 yıl var, ben bu İslamcılık denen kumaştan elbise çıkmayacağını o vakitler anladım.

Ve yeri geldi, zamanı geldi, İslamcılık namına da, kendi adıma da her şeyden önce kendim, kendi kendime, kendim için özür diliyorum, dedim. O bu yolda bulunduğum yıllar içerisinde kimleri az çok ikna ettiysem onlardan da özür diliyorum dedim.

Evet, gerçekten de siyasal İslamcılık özellikle bir kumaş olarak düşünülürse, bu kumaştan zinhar hiçbir elbise çıkmaz. Çıkmadığını, çıkmayacağını bugün, bugünkü Türkiye’de yaşadıklarımız ve gördüklerimiz bize tam manasıyla, artık başka bir şahide gerek kalmadan da ikna etmiş durumda.

Namertlik var mıydı?

Evet, İslam’da yoktu ama İslamcılıkta varmış, öğrendik.

Namertlik ne?

Diyelim ki bir mücadele veriyorsunuz, karşınızda bir rakibiniz var. Bu siyasi mücadele olabilir mesela bugün olduğu gibi. Namertlik burada, o mücadeleyi mertçe değil namertçe vermektir. Yani bel altı, belden aşağı vurarak o mücadelenin içinde yer almak, hiçbir ahlâki, hiçbir insani değer taşımadan âdeta gözünüz dönmüşçesine, yeter ki karşı tarafı alaşağı edelim, biz o mücadeleyi kazanalım. Kazanacağımız mücadele siyasetse, o siyasetin bize sağlayacağı iktidarı ele geçirelim. Ama nasıl geçirelim? Geçirelim. Bel üstü, bel altı her türlü vuralım…

Evet, şu anda Türkiye’de buna tanık oluyoruz.

***

Evet, demek ki içtenlikli insanlar Kur’an’ı ve İslam Tarihini inceleyince, bütün dinler gibi İslam’ın da insan yapımı olduğunu elle tutarcasına somut, açık, maddi kanıtlarıyla birlikte ortaya çıkarıyorlar, koyuyorlar ve gösteriyorlar.

Biz de memleketimiz Konya’da derin bir dini inançla eğitildik ve öyle bir imanla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Sosyoloji Psikoloji Bölümünde eğitim yapmak üzere, okumak üzere İstanbul’a geldik. Ve Kur’an’ı okuduk. Kur’an’ın Türkçesini yani “meal” deniyor ya, okuyunca biz de hemen gördük ki, bu doğaüstü bir gücün mesajları olamaz, buyrukları olamaz. Bu bütünüyle insan yapımı bir kitap ve bir din, dedik.

O sebeple tüm arkadaşlarıma, Kur’an’ın Türkçesini, sorgulayan bir akılla, baştan sona okumalarını öneriyorum hep. Hep bunu önerdim kaç defa değil mi? Ama ayetlerin ortaya konuş sırası ile okunması gerekiyor. Hani nüzul sırasına göre deniyor ya, o şekilde okunması gerekiyor. Yoksa karmakarışık olur, tam olarak anlaşılmaz. Bir de, o ayetlerin ortaya konduğu yıllardaki İslam Tarihini izlememiz gerekiyor. Hangi tarihsel olaya açıklık getirmek, çözüme kavuşturmak için o ayetler ortaya kondu, onları bağlamı içinde görmek, kavramak gerekiyor. Ve bu şekilde okuyan her insanın, her arkadaşın, bizimle aynı kanaate varacağı kanısındayız biz.

Ve biz devrimciyiz. Devrimcinin görevi; halka gerçekleri anlatmaktır. Halkı aydınlatmak, bilinçlendirmek, uyandırmaktır. Yoksa burjuva siyasetçileri gibi halkın gerici yönlerini, önyargılarını okşayarak oy avcılığı yapmak bize yakışmaz. Bu utanç verici bir şeydir. Halka böyle davranmak suçtur, bize göre.

Ve dürüstlüğü hep nasıl tarif ediyorum ben?

İnsanın ağzından çıkanı, yüreğinin tasdik etmesi gerekir. Yani söylediğiniz her sözü inanarak söylemeniz gerekir. Dürüst insan budur. Ama burjuva siyasetçileri oy avcılığı yapmak için söylerler sözlerini. Onlar aldatmak için, halkı kandırmak için konuşurlar hep. Hiçbir içtenliği yok onların.

Evet, Saygıdeğer Arkadaşlar;

Yani belki takipçi arkadaşlarımızın bir kısmı; “dayı da, dede de dinsizmiş”, diye bize alınabilirler, kırılabilirler. Ama kanaatimizi de biz, görüşümüzün hiçbir yönünü gizlemeden, olduğu gibi, apaçık ortaya koymak durumundayız. Bilinmeyen hiçbir yönümüz, teorik bağlamda, yoktur bizim. Yani her şeyimiz açık, nettir.

Ve ne diyoruz biz?

İktidara geldiğimizde, Kur’an’ı temel eğitimde okutmaya başlayacağız ders kitabı olarak. İnsanlar Nihat Hatipoğlu gibi düzenbazların, bazı Cübbeli Ahmet gibi ve benzeri soytarıların din derebeyliklerinin yahut Menzil gibi, İsmailağa gibi, insanları Allah’la kandıran ve afyonla zehirleyen asalakların tuzağına düşmemesi için, temel kitabı Kur’an’a bakacak, Kur’an’ı okuyacak. Aa, o zaman İslam buymuş, diyecek. Siz Kur’an’ın Türkçesini okumadan istediğiniz kadar Hafız olun, hep, her gün saatlerce Kur’an’ın Arapçasını okuyun; İslam’a dair bir tek cümle anlayamazsınız, bir tek kelime öğrenemezsiniz. Yabancı dilde bir şarkı dinler gibi, dinler geçerseniz. Ama İslam’ı öğrenmek istiyorsanız, onun Türkçesini, sorgulayan bir akılla okumak durumundayız. İşte biz Kur’an’ın Türkçesini okuyunca, İslam’ın ne olduğunu anladık. Ve biz, okur okumaz anladık.

Çünkü kendilik değerimiz var, özgüvenimiz var bizim. Bizi yetiştiren atalarımız hep böyle yetiştirdi. Can için korku nedir bilmez yetiştirdi bizi. Böyle olunca okuduk, hemen gördük.

Dücane Cündioğlu ne diyor?

35-40 yıl mücadele ettim, diyor anlayabilmek, kavrayabilmek ve bu noktaya gelebilmek için, diyor. Yazık yani o kadar yıla.

Mustafa Öztürk de on yıllarını vermiş bu noktaya gelebilmek için. Belki o da 40 yılını, 50 yılını verdi bu noktaya gelebilmek için. Ve 35 kitap yazdı ve binlerce kitap okudu bu konuda. Şimdi tüm o yıllarını heba etmiş oldu. O 35 kitap ne olacak şimdi? Herhalde yeni baskılarının yapılmasını istemeyecektir.

Evet Arkadaşlar;

Bu konuda da, her konuda olduğu gibi, gerçekleri söylemekle görevli olduğumuz inancıyla bunları bugün size anlatalım istedik.

Kalın sağlıcakla…

03 Şubat 2025

İletişime Geç
Merhabalar,
Bize buradan ulaşabilirsiniz