30 Ağustos 1922 Zaferi’miz: Öncesi ve sonrası…
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Burjuva tarihçiliğiyle biz devrimcilerin tarihi yorumlayışı arasında çok önemli bir ayrım var. Burjuva tarihçiliği için olaylar tek tek, olmuş bitmiş, ölü birer hikâyeden ibarettir. Onlar üst üste yığılır, Tarih müzesine konur ya da kitaplara aktarılır. Oradan, tarih masalından bölümler anlatılır gibi anlatılır olaylar.
Oysa bizim için Tarih nedir?
Biliyorsunuz, Marksizm-Leninizmin bir diğer adı da “Tarihsel Maddecilik”tir yani “Tarihi Materyalizm”dir. Tarih, doğaüstü hiçbir gücün müdahalesi olmadan, kendi kanunlarıyla, birbirinden sebep-sonuç ilişkileriyle çıkagelen bir canlı organizmadır, bir canlı organizmanın belli bir zincirin halkaları şeklinde uzanıp gelişidir.
Bu açıdan baktığımız zaman biz bazı olayları ele alırken 1 milyon 800 bin yıl önce ilk Pitekantrop insanın yani “Dik Maymun Adam” diye adlandırılan insanın yani iki ayağı üzerinde yürüyebilir hale gelen insanın, evrim süreci içinde gelişimini ele alarak başlarız. Ve bugünkü “Homo Sapiens” dediğimiz yani “Us İnsanı”, “Akıl İnsanı” dediğimiz insan da 100 bin ya da bazı araştırmacılara göre 150 bin yıl önce ortaya çıkmıştır. Ya da 150 bin yıl önce bugünkü formumuza, mental ve fiziksel yapımıza kavuşmuşuzdur.
Yakın Tarihe gelirsek yani atalarımıza, Oğuz atalarımıza gelirsek; Hazar Denizi’nin Kuzeydoğusu ve Orta Asya stepleri bizim esas anavatanımızdır. Ve büyük atamız olarak bildiğimiz Oğuz’dan sonra gelen atamız Dukak’tır. Dukak, Gök Tengri dinimize inanır. Müslümanlıkla, Kitaplı Dinle ilgisi yoktur. Onun oğlu Selçuk Bey ancak 955’den sonraki süreçte İslamiyet’le yüz yüze gelmiş ve İslam’ı kabul etmiştir. Selçuk Bey, 1009 yılında aşağı yukarı yüz yılı aşkın bir yaşa erişmiş olarak dünyadan ayrılmıştır.
Geriye dört oğul bırakmıştır; en büyük oğlu Mikail’dir. Diğer oğulları Aslan, Musa, Yusuf’tur. Mikail’in de iki oğlu vardır; Tuğrul Bey ve Çağrı Bey. İşte Tuğrul Bey’le birlikte biz Oğuzlar toprağa yerleşmişizdir ve Çağrı Bey’le birlikte de Anadolu seferine ve Anadolu içlerindeki keşif hareketine girişmişizdir. Daha sonra da bildiğiniz gibi 1071 Yılı’nın 26 Ağustos’unda Bizans Ordusuyla meydan muharebesine tutuşmuşuzdur. Yüz yüze, ölüm kalım savaşına girmişizdir ve Bizans’ın ünlü Komutanı Romanos Diogenes’i ve ordusunu hezimete uğratmışızdır. Böylece Anadolu’nun kapıları bize açılmış, hızla Anadolu içlerinde ilerlemişizdir. Ve bu ilerleme İstanbul kapılarına kadar sürmüştür. Bildiğimiz gibi Fatih Sultan Mehmet’le de 29 Mayıs 1453’te Bizans’ın başşehri İstanbul’u fethetmişizdir ve Anadolu’yu kendimize bütünüyle vatan yapmışızdır.
Bize bu gücü, bu kahramanlığı, bu yiğitliği, bu azmi, bu hırsı veren hep Tuğrul ve Çağrı Beylere kadarki tarihsel sürecimiz içinde bizim “İlkel Sosyalist Toplum” dediğimiz Sınıfsız Toplum içinde yaşıyor oluşumuzdur. Toplumun bütün üyeleri eşit kankardeşlerinden oluşur, özel mülkiyet bilinmez, bütün mülkiyet bu kankardeşlerinin ortak mülkiyetidir. Yalan, dolan, hile, dümen, kişicil hırs, kişicil mal mülk küpleme bilinmez. Böylece de aynen büyük kahramanların dediği gibi; “Birimiz Hepimiz, Hepimiz Birimiz İçin”, anlayışıyla savaşılır, yaşanır. İşte buradan gelir bizim bütün kahramanlığımız. Koca Asya’da Büyük Selçuklu İmparatorluğu kurmamız, ondan öncesinde Göktürk Kağanlığı kurmamız, Anadolu Selçuklu İmparatorluğu kurmamız ve Osmanlı İmparatorluğu kurmamız hep oradan aldığımız güçten gelir. Yani Tarih canlı bir varlıktır. Ve geçmiş olaylar bütünüyle sonraki olayları sebep olarak belirlendirir, şartlandırır.
Daha Yakın Tarihimize gelirsek, bugün 30 Ağustos değil mi?
102 yıl önce Yunan ve Ermeni maskeli emperyalizmi yendik, hezimete uğrattık.
Peki kimdi o düşmanlar?
Dahi Komutan Mustafa Kemal Atatürk bu düşmanları aynen şöyle tarif ediyor:
“Fakat varlığımıza sataşan, (tasallut eden) bütün Batı dünyası, Amerika da içinde olduğu halde, tabiatıyla büyük bir kuvvet teşkil ediyor.”
Demek ki kimmiş gerçek düşmanımız?
30 Ağustos’ta yendiğimiz, “Amerika da içinde olduğu” halde “bütün Batı dünyası”ymış. Bunu hiç gözden kaçırmamamız gerekir. Yunan ve Ermeni Orduları onun kuklasıymış. Onları oynatanlar işte bu Batılı Emperyalist Haydutlarmış. Bunu hiç gözden ırak tutmamamız gerekir. Bugünü anlamamız için 30 Ağustos’ta yendiğimiz, 102 yıl önce yendiğimiz, 30 Ağustos 1922’de yendiğimiz düşmanların kim olduğunu netçe bilmemiz gerekir. İşte bunu da en açık şekilde Mustafa Kemal ortaya koyuyor.
Bugüne gelirsek; bundan ders almış mıyız?
Yok, ders almamışız.
Bugün kendimizi kime teslim etmişiz?
102 yıl önce bizi yok etmek isteyen yani varlığımıza tasallut eden düşmanlara teslim etmişiz, onların yönetimine teslim etmişiz.
Bu nasıl olur ya?.. Nasıl bir ihanettir bu, nasıl bir geriliktir bu?..
Ama oldu işte, gerçek bu. 102 yıl önce bizi yok etmek isteyenlere bugün ülkemizin tümüyle yönetimini teslim etmişiz; siyasetten orduya, eğitime, kültüre her şeye varıncaya kadar.
Peki, 102 yıl önce bizim gerçek dostumuz kimdi dünyada?
Onu da Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim. 102 yıl önce bizimle gerçekten dostluk içinde, bize her türlü yardımı hiçbir çıkar gözetmeden yapan, bizim zaferimizi bizim kadar isteyen kimmiş; onu da Mustafa Kemal ortaya koyuyor. Onun kelimeleriyle, onun cümleleriyle aktaralım:
“Eğer Rusya’nın yardımı olmasaydı, yeni Türkiye’nin İngiliz, Fransız ve Yunan müdahalecilere karşı zaferi ya bugünküyle karşılaştırılamaz ölçüde büyük kurbanlar pahasına elde edilirdi ya da hatta büsbütün olanaksız olurdu. Rusya Türkiye’ye hem manevi hem maddi bakımından yardım etti. Ulusumuzun bu yardımı unutması bir suç olur.”
Evet, yani tek müttefikimiz kimmiş?
Lenin önderliğindeki Sosyalist Rusya. Bunu unutmamız suç olur, diyor Mustafa Kemal. Ve Sovyet Rusya’ya dostluk ilişkileriyle bağlı olmak, ona dost olmak dış politikamızın esasıdır, diyor Mustafa Kemal.
İzlememiz gereken dış politikamızın esasını nasıl belirliyor Mustafa Kemal?
Aynen şöyle:
“Tam ve gerçek bağımsızlığımızı açık ve samimi, en önce teslim ederek bize barışma elini uzatan Rus Şuralar Sovyetler Cumhuriyeti’yle kardeşçe bağlarımızın sağlamlaştırılması, dış siyasetimizin esasıdır.”
Demek ki neymiş dış politikamızın esası?
Sovyet Rusya’yla dostluk ilişkilerini sürdürmekmiş.
Bugün dış politikamızın esası ne?
Amerikan Emperyalizmine kulca bağlı olmak, onun yarısömürgeliğini, ülkemizin yarısömürge durumuna düşürülüşünü kabullenmek ve Avrupa Birliği Emperyalist Devletleriyle birlik olmak için çabalamak. Onların emrine girmek.
Yani nasıl ters yüz edilmiş bu iş ya?..
Mustafa Kemal’in idealleri bütünüyle ortadan kalkmış demek ki; tam tersi bir yol izlenmeye, tutulmaya başlanmış. İşte 1950’den bu yana iktidara gelenler bu ihaneti yaptılar milletimize, halkımıza, vatanımıza. Bunun tek istisnası 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi sonrasında kısa süre oluşan devrimci hükümettir, 27 Mayıs hükümetleridir, İsmet İnönü’nün başbakanlığındaki hükümetlerdir.
Şimdi tam bağımsızlığımızı yasal-resmi olarak bu Emperyalist Haydutlara nerede, ne zaman kabul ettirdik?
Lozan’da kabul ettirdik. Ünlü Lozan Antlaşması’yla kabul ettirdik.
Şimdi bu antlaşmaya ilişkin İsmet İnönü’nün dahiyane bir tespitini aktaralım. Bu tespiti biz de 51 yıl önce canlı olarak radyodan dinlemiştik.
Nazmi Kal o zamanlar TRT’nin ünlü gazetecisi. 15 Ekim 1973’te TRT’deki programında İnönü’ye Lozan görüşmeleri günlerini soruyor. İnönü o tarihi röportajda şunları anlatıyor:
“Lozan’da İngiliz delegesi Lord Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. Onlarla konuşmamızı hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. İngiliz delegesi Lord Curzon ‘Lozan Muahedesinden (yani antlaşmasından) memnun ayrılmıyoruz, hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir bunda var (Amerikan delegesini işaret etti), bir bende var. Geleceksiniz para isteyeceksiniz, diz çökeceksiniz, reddettiklerinizin hepsini cebimden çıkarıp size göstereceğim’ dedi. Bunu hiçbir zaman unutmam. Ben de kendisine şu cevabı verdim: Bizim burada istediklerimiz, müstakil, medeni bir devlet olarak onun bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin edelim, sulh olsun gelirsem size, istediğinizi yaparsınız.”
Evet, Emperyalist Haydut Devlet İngiliz’in temsilcisi Lord Curzon tehdit ediyor bizi, değil mi?
İnönü de ona rest çekiyor; “Gelirsem size, istediğinizi yaparsınız”, diyor. İnönü hiçbir zaman gitmedi. İşte o yüzden 1950 sonrasında, 27 Mayıs Politik Devrimi sonrasının o kısa birkaç yıllık iktidarı dışında, iktidar yüzü göstermediler İsmet İnönü’ye. Onun yerine İnönü’nün deyişiyle; “Amerikan Generali geldi, Ankara’da araştırma yaptı.” Ve ihanet potansiyeli tıpkı bugünkü Tayyip Erdoğan gibi çok yüksek olan Süleyman Demirel’i keşfetti. Onun Adalet Partisi’ni keşfetti ve onu iktidara taşıdı. Ve Süleyman Demirel 25 yıl bu ülkede Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak iktidarda kaldı. Ondan sonra Turgut Özal’lar, Tansu Çiller’ler, Mesut Yılmaz’lar ve 22 yıldan bu yana da yine ABD yapımı mafyatik bir çıkar amaçlı suç örgütünden başka, bir Ortaçağcı din devleti özlemcisi, hırsızlık örgütünden başka hiçbir şey olmayan Tayyipgiller iktidarı bütün şiddetiyle zulmünü uygulamakta, sürdürmektedir halkımız üzerinde. İhanetini de gerçekleştirmektedir.
Evet, demek ki Mustafa Kemal’in gösterdiği yolun tam tersi bir yola yönelmiş 1950’den sonra işbaşına gelen ABD yapımı hain iktidarlar. Ve bağımsızlık diye bir şey kalmamış.
Oysa ne diyor Mustafa Kemal?
“Bağımsızlık Benim Karakterimdir”, diyor. Bunların ise uşaklık, en belirleyici karakteristikleri. ABD kuklası oluşları, ABD hizmetkarı, ABD piyonu oluşları.
Peki, biz devrimci harekete bir denize dalar gibi 1967 yılında daldığımızdan buyana ne dedik, neyi savunduk hep?
“Ülkemizin bağımsızlığı ve halkımızın mutluluğu!..”
Denizler, Mahirler de aynı sloganı haykırarak faşist diktatörlerin, faşist katillerin kurşunlarıyla ve idam sehpalarıyla aramızdan ayrıldılar.
Evet, Tam Bağımsızlık nedir; onu da Mustafa Kemal’den dinleyelim:
“Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir.”
Demek ki neymiş?
Tekrarlayalım: Siyasi bağımsızlık…
Oysa Süleyman Demirel’i ABD Generali gelip Ankara’da keşfediyor. Onun sonrasında kurulan iktidarların başkanları olan Turgut Özal’ları yine ABD’de hizmetkârı iken, orada ABD’nin hizmetinde çalışırken getirip burada işbaşına geçiriyor. Tansu Çiller’i yine ABD devşirip işbaşına getiriyor. Mesut Yılmaz’lar yine aynı şekilde. Ve Tayyipgiller’i nasıl devşirip partileştirdiğini defalarca anlattık size. Bütünüyle ABD yapımı oluşlarını anlattık bunların. O yüzden bunların siyasi olarak bağımsız olmaları mümkün olmadığı gibi; doğrudan, sıkı sıkıya Amerika’ya bağımlıdırlar ve onun hizmetkarı, onun uşağıdırlar.
Evet, okuyalım:
“Tam Bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, mali…”
Ekonomi dolara bağlı değil mi? Dolarizasyon var Türkiye’de, her şey dolarla belirleniyor. Ve Türkiye’de sanayi demek ABD-AB Emperyalist tekellerinin Türkiye’deki şubeleri demek.
Bağımsız bir sanayimiz var mı?
Yok. Yahu artık dünyada kaba teknoloji kapsamında yer alan otomobili bile üretemiyoruz, yok bir yerli markamız, bir üretimimiz. İzin vermez çünkü ABD Emperyalist Haydudu. Sen yarısömürge statüsünde kalacaksın, sanayice gelişirsen bağımsızlık talebinde bulunursun, der. O yüzden asla sanayice, ekonomice gelişmemize izin vermez. Bunu açıkça belirtiyor zaten, söylüyor da. Aktardık o emperyalist haydut devletin temsilcilerinin ağzından.
“Mali, iktisadi, adli…”
Adli bir bağımsızlık var mı?
Yok. Şu anda Adliye kimin elinde?
Tayyipgiller’in Kaçak Saray’ının ellerinde, onun bir enstrümanı, bir sopası. Kaçak Saray’ın bir hukuk bürosu, tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi.
“Askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir”, diyor Mustafa Kemal.
Askeri bir bağımsızlığımız var mı?
Yok. 1952’de NATO’ya girişle birlikte ordumuzu Amerika’ya teslim ettik, Amerika’nın yönetimine. Amerika’nın yarı sarhoş, yarı sapık generallerinin emrine, hizmetine teslim ettik ordumuzu. Zaten Bayar-Menderes çetesi, 14 Mayıs 1950 iktidara gelir gelmez, Meclise bile danışmadan 4 bin 500 kişilik bir Türk Tugayını, bir askeri birliğimizi Amerikan generallerinin emrine vererek Kore’ye gönderdi, hiçbir çıkarımız olmamasına rağmen. Orada bine aşkın evladımız hayatını kaybetti.
Dikkat edelim, Rusya’dan S-400’ler aldık değil mi, 2 buçuk milyar dolar vererek. Ne yaptı Amerika?
Onları kullanamazsın, dedi ve onlar depoda çürümeye terk edildi.
Kaç sene oldu alınalı?
Yaklaşık 5 sene. Depodan çıkarılamadı onlar, kurulamadı. Ve Amerika’ya 1 milyar 400 milyon dolar verilerek alınan Amerikan yapımı F-35 Savaş Uçaklarının kapsamından da çıkarıldık. Sen bu işte yoksun, dedi Amerika ceza olarak. Ve o 1 milyar 400 milyon doların da üstüne yattı, üstüne oturdu, çöktü.
Ona da gık diyebiliyor mu Tayyipgiller?
Diyemiyor.
Demek ki askeri bir bağımsızlığımız kesinlikle yok. Hatta daha önce de anlattım; öylesine yerleşmiş ki ordumuzun içine, istihbarata; kimin kurmay subay olacağını bile Amerikalı ajanlar belirliyormuş, onlar tespit ediyormuş. Yürekler acısı bir durum…
“Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
Evet, 1921’de söylüyor Mustafa Kemal o veciz sözleri. Nasıl Mustafa Kemal’in anlayışından ve yolundan bütünüyle ters yöne savrulmuş bizim hain, Amerikan yapımı iktidarlar, liderler, değil mi?
Okuyalım tekrar yerleşsin belleğimize iyice…
“Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
Eğitim de tümüyle ABD ajanları tarafından belirleniyor, sanat da, kültür de…
Demek ki biz Mustafa Kemal’in devamcısıyız, derken işte bu anlayışla savaşıyoruz, bunu kastediyoruz, bunları anlıyoruz. Mustafa Kemal’in öngördüğü yolda yürüyoruz, onun ilkelerini savunuyoruz.
Bizim dışımızda bunları dile getirenler, Mustafa Kemal’in çizdiği yolda yürüyenler var mı?
Yok.
İşte o sebepten diyoruz ki; “farklı olan sadece biziz”.
Mustafa Kemal’in gerçek temsilcisi varsa bu ülkede; onlar da sadece biziz. Onun ideallerini hayata geçirmek için savaşanlar varsa; onlar da biziz. Öbürlerininki kuru gürültü, göstermelik; Tarihten anlatılan hikayeler şeklinde anlatıyorlar onlar savaşlarımızı zaferlerimizi. Olmuş bitmiş “Âsar-ı âtika” yani eski eserler, antika eserler müzesine kaldırılmış olaylar demeti olarak anlatıyorlar.
Oysa biz Tarihimizi işte böylesine canlı bir varlık olarak kavrıyoruz, anlıyoruz ve dostumuzu düşmanımızı ona göre belirliyoruz. Tarihi bilmezsek geçmişimizi bilmeyiz, bugünümüzü bilmeyiz ve ileride neler olacağını, nasıl bir yol izleyeceğimizi bilmeyiz. Bunun için Tarih çok önemli bir bilimdir. Ve Sosyal Bilimlerin temelidir Tarih Bilimi.
Kalın sağlıcakla…