Genel Başkan’ımızın kaleminden AKP’giller ve kadın düşmanlığı

23.03.2021
1.267
A+
A-

Kadın Meselesi’ne büyük önem veren ve bu konuda birçok değerlendirme yazısıyla birlikte “Kadınların Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” ve “Kadın-İnsanlığa Geçiş-Tarih-Sosyalizm” isimli, meseleyi sınıfsal ve tarihsel kökleriyle ortaya koyan iki kitap yazmış bulunan Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut; Uşşaki Tarikatı Şeyhi, sapık, tecavüzcü ve halk düşmanı 59 yaşındaki Eyyüp Fatih Şağban’ın, torunu yaşındaki bir kız çocuğuna altı ay boyunca tecavüz ettiğinin ortaya çıkması üzerine 8 Eylül 2020 tarihinde bir yazı kaleme almıştı. Genel Başkan’ımız bu önemli yazısında, İslamiyet’in tarihsel gelişimi içerisinde kadının durumunu ortaya koymakla birlikte 19 yıldır iktidarda bulunan AKP’giller’in kadın ve insanlık düşmanı yönünü de net bir şekilde, belgeleriyle gözler önüne sermişti.

Kadın düşmanı AKP’giller’in son dönemlerde kadınlara yönelik artan saldırılarından dolayı söz konusu yazıyı tekrar yayımlıyoruz…

***

Ne hale getirdiniz ülkeyi böyle ülen?..

Tecavüzcüler, sapıklar, kadın ve çocuk katilleri, kamu malı hırsızları, vurguncular, soyguncular, hak hukuk tanımaz kanunsuzlar cenneti haline getirdiniz memleketi… Ne biçim din sizin dininiz, Allah’tan korkmaz kuldan utanmazlar…

Sülalende dolar milyarderi olmayan kaldı mı Kaçak Saraylı Hafız?

Ve sülalende halk çocukları gibi askerlik yapan?

Şuraya bak ya… Sakarya Akyazı Kuzuluk’ta dergâh adlı yılan yuvası kuran Din Derebeyi Uşşaki Tarikatı Şeyhi Eyyüp Fatih Şağban (Nurullah), torunu yaşındaki-12 yaşındaki kızcağıza altı ay süresince tacizde bulunuyor.

Aynı tekkenin müritlerinden olan kızın babası, eşini ve kızını sapık şeyhin hizmetine veriyor. Ha… Kızın babası da dergâhın tesisat işini yapıyor. İnternete düşen telefon kayıtlarında şeyh diyor ki babaya, “Ben de sana 25 bin liraya yapılacak işi 45’e (45 bine) verdim…” Yani sen de mamalandın… He de bu işi kapatalım…

Görüldüğü gibi ahlâksızlık, çürümüşlük tek boyutlu değil. İnsanlıktan çıkmış bunlar. Tüm din simsarları -din alıp satanlar- sermayesi din olanlar gibi…

Bir de ne diyor sapık din tüccarı, kızın babasına?

“Bir Ebu Bekir olamaz mısın? Haydi sen de bir Ebubekir oluver, ben kızını alayım.”

Ne yapmış Hz. Ebubekir?

Altı yaşındaki kızı Hz. Ayşe’yi Hz. Muhammed’e nikahlamış. Ve Hz. Muhammed Hz. Ayşe’yi dokuz yaşında yatağına almış. Zifaf etmiş.

Bildiğimiz gibi Hz. Ömer de Halifeliği döneminde, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü (Hz. Muhammed’in torunudur) dokuz ya da on yaşında, bir anlamda zor kullanarak, almıştır. Eş edinmiştir, iki de çocuğu olmuştur Ümmü Gülsüm’den.

Ah… Ah… İslam coğrafyasındaki bütün kadınların talihsizliği, Hz. Hatice’nin ve Hz. Fatma’nın erken ölmeleridir.

Hz. Muhammed’le evlilik hayatı en uzun süren Hz. Hatice döneminde hep tek eşli olmuştur Peygamber. İkinci bir eş almayı düşünmemiştir bile… Hz. Muhammed’in en saygı duyduğu ve en sevdiği eşi olarak kalmıştır.

Hz. Hatice Mekke’nin en asil, en zengin, en saygın ve en güvenilen kadınlarından biridir. Lat Uzza Menat adlı Ana Tanrıçaların genlerini ve ruhlarını taşımaktadır. Hz. Muhammed onunla karşılaşmamış olsaydı, bizce asla din kurucusu olamazdı.

Medine dönemiyle birlikte cihatlar başlamış, kazanılan zaferler neticesinde hem maddi ganimet hem de köle ve cariye ele geçirilmiştir.

Hz. Muhammed maddi ganimetlere itibar etmemiş, köle de edinmemiş fakat cariyelerin cazibesinden kendisini kurtaramamıştır. Hz. Ayşe’den sonra da onun üstüne çok sayıda eş ve cariye almıştır.

Hz. Hatice, Mekke döneminin sonlarına doğru 65 yaşında hayata veda etmiştir. Hz. Muhammed 50 yaşındadır o anda. Mekke döneminde ortaya konan 86 surede kadınlar aleyhinde tek bir ayet yoktur. Hz. Hatice vardır çünkü o dönemde ve İslam, devrimci İslam’dır. Hz. Muhammed’in kadınlara saygısı, hem sütannesi Halime’den hem Hz. Hatice’den dolayı (onlara duyduğu saygıdan dolayı) çoktur.

Kadınları vuran ayetlerin tamamı Medine’nin yoğun cihatlar döneminde ortaya konmuştur. Çünkü cihadı yapan erkeklerdir, onları her yönden motive etmezseniz-güdülemezseniz, ölümüne savaşamazlar ve zaferler kazanamazlar.

İşte bu sebepten kadın, Medine dönemi İslam’ında alta düşürülür.

Hz. Hatice türban, kara çarşaf filan da bilmez. Hiç kullanmamıştır bu esaret aracı-simgesi giysileri, takıları.

Örtünmeyle ilgili ayetler İslam’ın son dört ya da beş yılı içinde ortaya konmuştur. Tanrı buyruğu olarak Kur’an’a girmiştir.

Kadınlara dayak da hem Kur’an’a hem de Veda Haccı’na girmiştir artık bu dönemde… Tabiî çokeşlilik de, sayısız cariye edinme de…

Özetçe Yoldaşlar; Mekke İslamı Devrimci İslam’dır, Medine İslamı gericiliğin başladığı İslam’dır.

“Fatihler fethedilirler” kanunu tüm Antika Tarihte olduğu gibi burada da hükmünü yürütmüştür.

Mekke’nin fethiyle bu gericileşme hız kazanmıştır.

Hz. Muhammed Mekke’yi fethetmiştir görünüşte ama aslında kazanan Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezid olmuştur, Tarihin gösterdiği gibi…

Bunlar Antika Parababaları, Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcileridir. Onların İslam’ı da artık bütünüyle tersyüz edilmiş İslam’dır.

Mustafa Kemal de 1930’ların ortalarına doğru gericileşir, hatırlanacağı gibi ve Toprak Reformunu savunarak Parababalarının, Eşraf ve Agavatın çıkarlarına karşı tavır almaya çalışan, kendisine her dönemde sadakatle bağlı kalmış en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’yü harcamış ve 1937’de Finans-Kapital’in has adamı Celal Bayar’ı getirmiştir Başbakanlığa. Öldükten sonra da yerine yine gericiliğin temsilcilerinden Fevzi Çakmak’ın getirilmesini vasiyet etmiştir. Böylece de CHP ve Ordu’nun gerisine düşmüştür.

Fakat CHP yönetimi ve Ordu, Cumhurbaşkanlığı için tek aday belirlemiştir. O da İsmet İnönü’dür.

Fakat İnönü de bütün çabasına rağmen Toprak Reformunu hayata geçirememiş, Antika Sermaye Sınıfının etkinliğini kıramamıştır. Çünkü Antika Tefeci-Bezirgânlık, Modern Finans-Kapitalistlikle ittifaka girmiş ve kaynaşmıştır. Egemen sınıflar karşısında tek tek kişilerin gücü nedir ki…

O hain vurguncu ve sömürgen sınıflar ancak devrimci bir partide örgütlenmiş, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere Halkımız tarafından yenilgiye uğratılabilir.

İşte biz bu sebepten Mekke Devrimci İslamı’nı ve Mustafa Kemal’i savunuruz. Atatürk’ü değil. İkisi apayrı kişiliklerdir çünkü.

Demek ki İslam’ın bir vicdan-devrimci yönü vardır, bir de afyon-gerici yönü.

Günümüzdeki din bezirgânları, Muaviye-Yezid Dincileri elbette ki afyon yönünü savunmaktadırlar İslam’ın…

İşte Tayyipgiller de, bu sapık şeyh ve benzerleri de afyon yönünü savunmaktadırlar.

Günümüzün bütün tarikat ve cemaatleri de hep bu gerici yönünü savunurlar…

Bir geri dönüş yaparsak; Hz. Fatma da Hz. Muhammed’den altı ay sonra bu dünyadan göçmüştür. Zaten çok zayıf, duyarlı, hassas, hisli, kırılgan bir kadındır Hz. Fatma.

O zamana kadar çok eşli olmayı aklına bile getirmemiş olan Hz. Ali de bu konuda kendine koyduğu freni kaldırmış, çokeşli olmuştur artık…

Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de zaten çokeşlidir eskiden beri…

Böylece de cinsel ahlâk bakımından örnek alınabilecek hiç kimse kalmamıştır.

Diğer yandan eşitlikçi bir Ekonomi Politika savunma ve uygulama yönündense başta Hz. Muhammed ve Hz. Ali gelmek üzere Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer vardır örnek alınabilecek İslam önderleri olarak.

Kur’an’ın Mekke dönemi sureleri Komünizme varan bir sosyal eşitliği savunmaktadırlar… Hz. Muhammed de diğer üç Halife (Ebubekir, Ömer, Ali) de bu eşitlikçi ekonomi anlayışından yani İlkel Komünal Toplum geleneğinden ömürlerinin sonuna kadar vazgeçmemişlerdir…

Tayyipgiller’le her biri birer yılan yuvası olan, taciz ve tecavüzler yatağı olan tarikatların, cemaatlerin bu denli sıkı dostluğu, anlaşması, dayanışması hep aynı anlayışa sahip olmalarından kaynaklanır. Aynı yolun yolcusudurlar… Aynı çamurdan yoğrulmadır-aynı toptan kesmedir bunlar. Yani aynı Antika Sermaye Sınıfının temsilcisi oluşlarından kaynaklanmaktadır. Tayyipgiller siyasi plandaki temsilcileridirler; tarikatlar, cemaatlerse ideolojik plandaki temsilcileridirler.

Muaviye-Yezid ya da CIA-Pentagon İslamı, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ideolojisidir. Dünya görüşüdür. Kültürü, felsefesidir…

Bunlar elbirliğiyle iktidar olacaklarını, Din Devleti kuracaklarını, Şeriat Düzeni tesis edeceklerini düşünmektedirler, söylemektedirler… Bu düşüncelerini gerçekleştirdikleri zaman kayıtsız şartsız iktidar olacaklardır. O hayal içindedir bunların hepsi.

Ne diyor Eyyüp Fatih Şağban sapığı?

“Erdoğan; bekleyin, onun da zamanı gelecek, dedi”, diyor müritlerine…

Mağdur-kurban kızımızın babası ne diyor telefon görüşmesinde Şeyhe?

“Senin peşinde 40 bin kişi var”, diyor. Yani 40 bin müridi varmış bu sapığın…

İşin bir acıklı yönü de dergâhta bulunan müritlerin şikayetçi olan kızın babasını, hem de jandarmanın önünde, dövüp kolunu kırmaları. Besbelli ki jandarma da ürkek davranıyor. Korusunu, merasını, deresini, dağını korumaya çalışan köylülerimize ve doğaseverlere davrandığı gibi sert davranamıyor. Çünkü biliyor bunların arkasında Tayyipgiller’in olduğunu…

Ne diyordu Tayyipgiller’in en kaşar temsilcilerinden Bülent Arınç?

Aynen şunu:

***

Videonun tapesi:

Her şeyin garantisi biziz. Bu cemaatler beni çok iyi bilir, ben onları çok iyi biliyorum. Bursa’dan bu cümleme dikkat etsinler. Biz varsak siz de varsınız. Biz yoksak siz de yoksunuz.” (26 Ocak 2014, https://www.youtube.com/watch?v=F2DgsnFmFJQ&ab_channel=CNNT%C3%9CRK)

***

İşte bu iş bu kadar nettir, arkadaşlar…

Tayyipgiller’le bu Ortaçağcı Yılan Yuvaları, Din Derebeylikleri etle tırnak gibi kaynaşmışlardır. Biri olmadan öbürü de iktidar olamaz. Kader birliğidir ya da daha doğru bir ifadelendirmeyle “Menfaat Evliliği”dir bunlarınki… İşte bundan diyor bunların Kadın ve Aile Bakanı Sema Ramazanoğlu; “Bir kereden bir şey olmaz”, diye…

Ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından Prof. Dr. Hasan Onat diyor ki bu aralar medyaya yansıyan taciz ve tecavüzler hakkında;

“İnsanlar günden güne yalnızlaşıyor. Aile ilişkileri zayıflıyor. Tarikata giren insan aileden göremediği sıcaklığı orada buluyor. Tarikatlar onlara katılan gençlerin aile bağlarını hemen kopartıyor. Esnaf olana, tüccar olana bu kapalı devre yapılar bazı avantajlar sağlıyor. Bilgi boşluğu insanları bu tür oluşumlara sevk ediyor. Buralara gidenlere ‘Bir insan şeyhine öyle teslim olacak ki ölü yıkayıcı elindeki ölü gibi’ kaidesine inandırıyorlar. Böyle olunca olanlar oluyor. Basına yansıyan olaylar, buzdağının sadece görünen yüzü.” (https://www.veryansintv.com/tarikatlar-yeniden-gundemde-ilahiyatcilar-bunlar-hastalikli-yapilar)

Demek ki bilinenler, ortaya çıkanlar “Buzdağının görünen yüzü”ymüş. Varın gerisini düşünün artık…

Kim bilir her gün kaç bin körpecik evladımız bu sapık insan sefaletlerinin elinde, onların karanlık dehlizlerinde tecavüzlere uğruyor, hayatları karartılıyor.

 

Saygıdeğer Arkadaşlar;

Ne yazık ki bu Ortaçağ karanlıklarına doğru savruluş devam ederse, toplumun dincileşme gidişi sürüp giderse, bu sapık şeyhlerin ve yardımcılarının, korunmasız masum körpe evlatlarımıza saldırıları artarak devam edecektir.

Çünkü toplum, bin dört yüz yıl öncesinin çürümüş Arabistan kültürünün, geleneklerinin göreneklerinin bataklığına daha çok saplanacaktır.

İnsan kişiliğini, onur ve haysiyetini tahrip ederek yok eden kültür ve gelenekler, toplumumuza dayatılıp zorla benimsetildiği oranda bu sapıklıklar, yürek parçalayıcı saldırganlıklar artarak devam edip gidecektir.

Bu kültür, gelenekler, 1400 yıl öncesinin Arabistan’ına aittir. Bunları bugün savunmak insanlarımıza, gençlerimize benimsetmeye çalışmak Halkımıza ihanettir. Hatta tüm halklara, insanlığa ihanettir.

Kazakistan eski Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in türban ve kara çarşaf konusunda söylediği gibi; “Biz Türk’üz, Arap değiliz. Bizim kadınlarımız bunların içine hapsedilemez. Bizim kadınlarımız özgürdür”, diyebilmeliyiz.

Yani 1400 yıl öncesinin Arap Kültürüne özenmemeliyiz. Bunlar bizim geleneklerimize ve ahlâkımıza uymaz, diyebilmeliyiz.

Bu tarikat ve cemaatler de, Tayyipgiller de elbette sürgit var olmayacaklar. Bu insan düşmanı, ahlâk düşmanı, vicdan, merhamet, hak adalet düşmanı CIA yönetimindeki Ortaçağ kurumları defolup gideceklerdir ülkemizden. Bu çağdışı, akıl ve bilim dışı, insanlık dışı örgütler Tarihin lanetli sayfaları arasında var olacaklardır yalnızca… Neyse…

 

Saygıdeğer arkadaşlar;

Bu konuyla ilgili yüz yıl önce yaşanmış dramatik bir anekdot aktaralım sizlere de azıcık da olsa öfkemiz yatışsın, acımız, üzüntümüz hafiflesin.

Olayı anlatan Nazım Canca’dır. Kim midir bu adam?

Onun anılarını; “Hayatım ve Hatıralarımda Atatürk”, adıyla kitap halinde yayıma hazırlayan kızları ve oğulları, babalarını şöyle tanımlıyorlar özetçe:

“BABAMIZ ve HATIRALARI

“Nazım Canca, askerlik görevini Ulu Önder Atatürk’ün huzurunda Çankaya Köşkü’nde yapmış, askerliğinin bitimine yakın O’nun izniyle Emniyet Teşkilâtı’na müracaat etmiş ve polis olarak Ata’sının Rusça mütercimi, kütüphane memuru ve yakın koruması olarak 10 Kasım 1938’e kadar hizmete devam etmiştir.”

Söz konusu olayı şöyle nakleder Nazım Canca:

***

KUR’AN KURSU

Ben dört yaşımdan itibaren camiye, Kur’an kursuna devam ediyordum, altı yaşımdayken bir küçük yaprağı ezberden ve makamlı okurdum. Sesim çok güzel olduğu için dedem, beni kapı önündeki bir armut ağacı üzerine yaptığı tahtadan merdivenli derme çatma minareye çıkartır, beş vakit ezan okuturdu. Bilhassa Ramazan’da tatlı uykumdan uyandırarak sahurda okuduğum ezan ile yörenin köy ve mahalleleri de uyanırlardı. Daha sonra öğrendim ki huşu içinde beni dinlediklerini dedeme söylemişler.

Günlerden bir gün sınıfta hoca bizi diz üstü oturtmuş rahlelerimizin üzerindeki Kur’an’ı okuturken, diğer taraftan yine bizim gibi öğrenci olan on iki-on üç yaşlarında, yeni olgunlaşmaya başlamış Fethiye (soyadı Kakicina idi) adındaki kızı kucağına oturtarak güya ona güzel meşk ettiriyor ve Kur’an okundukça hoca, “ha ha ha” diye bir tempo tutturuyordu. Bizlerden hangimiz başımızı kaldırmaya yeltensek elindeki uzun fındıktan sopası ile başımıza vuruyordu.

Hocanın bir ara temposunun dışında acayip homurtulu sesler çıkarmaya başlaması üzerine zaten bidayetten (en başından) beri bir şeyler döndüğünü sezmiş olduğumdan daha fazla kendime engel olamadım. Bu hâli görmek son damlayı taşırmıştı. Rahleyi kaptığım gibi hocanın kafasına indirip koşarak eve geldim. Dedemi avludaki armut ağacının altında olurmuş kahvesini içerken buldum. Beni zamansız karşısında görünce zaten sert çehreli olan yüzü birden daha da sertleşti: “Bu saatte işin ne burada?”, diye sordu. Ben de hiddetle yanına yaklaşarak: “Beni ulema yapmak istediğin ilim bu yolda ise böyle ilim istemem”, deyip ben de ona sert bir lisanla isyan etmiş oldum. Sonra camideki durumu izah ettim. Beni tam bir sükûnetle dinledikten sonra, mahalli lisanla: “Git kara Emu’yu çağır”, dedi. Koştum çağırdım. Hemen pür silah geldi. Dedem bir fısıltı hâlinde emrini vermişti. Kara Emu hemen hızlı adımlarla oradan ayrıldı. Gece geç bir zamanda evimize gelerek, dedeme şunları anlattığını işittim: “Camiye gittiğimde hoca ortalarda yoktu; yükte hafif, pahada ağır eşyalarını almıştı; memleketi Of’a doğru kaçtığını, sahil yolundansa dağ yolunu tercih edeceğini sezerek takip ettim. Nitekim öyle olmuş. Yakalayarak icabına baktım ve yolun altına gömdüm.”

Bu işten hiç kimsenin haberi olmadı. Ertesi gün dedem beni kolumdan tutarak ilkokula götürdü. O zamanın okulunda tedrisat; Arapça, Farsça ve Türkçe karışımıydı. Birinci sınıftan evvel, bir sene çocuklara ihzari [hazırlık sınıfı] okutulurdu ve bir çatı altında hem ilkokul hem de rüştiye mektebi vardı. Öğretmenlerden bir heyet önünde beni imtihan ettiler. Bu sırada dedem de bir kenarda oturmuş beni izliyordu. İmtihanda hocalar bana hayret ediyor, bir türlü inanamıyorlardı. Kur’an’ın neresini gösterdilerse çatır çatır okuyordum. Hocalar: “Değil ihzari, birinci ve hatta ikinci sınıfa versek yazık olur bu çocuğa”, diyerek sonunda beni üçüncü sınıfa kaydettiler. Rüştiyeden Aliyyülalâ ile mezun oldum.

Burada yeri gelmişken şunu da izah etmeliyim. Memleket o devirlerde kim kime, dum duma tabir edilecek şekilde karmakarışık bir durumda idi. Vuran vurana, alabildiği kadar eşkıya ile her yörede gasp, soygun ve dağlara zenginleri kaldırıp fidye isteme, hasılıkelam kanun var ama tatbikçisi yok, devlet diye bir şey kalmamış, padişah memleketi istila devletlerine taksim ettirmişti. Kanun söz konusu olunca da yörenin kendine mahsus törelerinin tatbik edildiği bir zaman içindeydik. Dedem, en sözü geçenlerinden biri olması hasebiyle yörenin namusunu, can ve mal emniyetini korumak için yalnız kendi sülalesi değil; tüm yöreyi korumak maksadı ile seçkin kişilerden silahlı bir topluluk kurmuştu. Kurulan bu teşkilattan haberdar olanlar bizim yöremize yaklaşamıyorlardı. Cancaların parolası şu idi: “Birimizin derdi ve namusu hepimizindir.” Kurulan bu koruma teşkilatının başında Durali Dayı dediğimiz namuslu belalılardan biri ve Kara Emu (Kara Mustafa) vardı. (age, s. 23-24)

***

Görüldüğü gibi Yoldaşlar, bu Ortaçağcı ahlâk, namus, vicdan düşmanlarının ruhiyatları, davranış kalıpları Tarihte de günümüzde de hep aynıdır…

Nazım Canca, yukarıdaki satırlarda “Mütareke Dönemi”nin ağır şartlarını ve tablosunu da anlatmış oluyor.

Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah arkadaşlarının önderliğinde verilen Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın ve onun zaferinin Türkiye’ye, Halkımıza ne büyük kazanımlar getirdiğini ortaya koymuş oluyor…

O hazin tablodan ancak bu önderlerin komutasındaki savaşın zaferiyle çıkılabildiğini anlatmış oluyor…

Tabiî aynı zamanda da bugün hâlâ Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal, İnönü düşmanlığı yapan; “Keşke Yunan Galip Gelseydi” diyen Fesli Kadir ve benzeri alçaklarla onlara yandaşlık edenlerin “ne çok hain” olduklarını ortaya çıkarmış oluyor bir kez daha…

Ha bu Uşşakî Dergâhı sapığıyla Fesli Kadir’in ve AKP’giller tayfasının aynı fotoğraf karelerine girmişlikleri de vardır, değil mi?

Eee, dedik ya bunlar Tırhallı bir hallıdır diye…

Olayın bir diğer acı boyutu da, kendini savunamayacak durumdaki bir yavrumuza yönelik ahlâksızca saldırıyla ilgili haberlere, mahkemenin yayın yasağı getirmiş olmasıdır.

Bu yasakçılığıyla ne yapmış oluyor mahkeme?

Facia haberinin yayılmasını, halk kitlelerince bu rezaletlerin öğrenilmesini engellemeye çalışmış oluyor. Böylelikle de sapık şeyh ve tarikatını korumuş oluyor.

Ne diyordu bir başka tecavüzcü sapık tarikat hocası?

“Ben bir talebeme tecavüz etmiş olabilirim. Sen bunu biliyor olabilirsin. Fakat susacaksın, görmeyeceksin.”

***

Videonun Tapesi:

“Bir yanlış yapılmış olabilir. Sakın kin besleme, kibir besleme. Müslümanın Müslümanda hakları vardır, görmemezlikten gel, duymamazlıktan gel. Zaten bir insan her şeyi görürse, duyarsa mutlu olmaz. Görmeyeceksin, duymayacaksın, bilmeyeceksin. Öyle değil mi?” (https://www.youtube.com/watch?v=iHMt3qBSiMM&ab_channel=EHL%C4%B0S%C3%9CNNETYOLU)

***

İşte Tayyipgiller emrindeki mahkeme de aynen bu alçak tecavüzcünün istediğini yapıyor…

Neden?

Çünkü dediğimiz gibi bunlar aynı yolun yolcusudur. “Olur böyle şeyler… Ne önemi var ki bunların, bu şeyler oluyor diye dostluğumuzu mu bozalım bu kardeşlerle?”, diye düşünüp davranıyorlar.

Ve ne diyor bir tarikat müridi?

“Polis, bekçi, memur yapmak için dindar adam lazım dediniz. Yüzlerce yolladık. FETÖ’ye karşı yanınızdaydık, karşılığı bu muydu?”

“Vakıftaki bazı kardeşlerimin son yaşanan hadiselerden sonra artık devlete giremeyiz korkusuyla sınava girmeyeceğini duydum. Hocamız masum, hepsi mahcup olacak. Özellikle bizlerden memur yapmak için isim isteyenler. Siz gayreti bırakmayın. Gayret bizden takdir Allah’tan.” (https://sendika63.org/2020/09/tekkeyi-bekleyen-murit-polis-bekci-memur-yapmak-icin-dindar-adam-lazim-dediniz-yuzlerce-gonderdik-karsiligi-bu-muydu-595758/)

Tayyipgiller, devleti tüm kurum ve kurallarıyla dincileştiriyorlar artık. Bir din devleti inşa ediyorlar…

Savcı, yargıç, öğretmen, polis, bekçi olarak gördüğümüz ya da karşımıza çıkarılanlar önemli oranda Tayyipgiller’in, MHP’nin veya her çeşitten tarikat ve cemaatlerin militanlarıdır, müritleridirler gayrı.

Bunlar kendilerinden olmayanı düşman kabul ederler ve düşmana davranır gibi davranırlar.

Bunlardan ve bunların oynatıcısı ABD-AB Emperyalistlerinden uzak duran, akla, bilime, vicdana ve insani olan her şeye daha yakın olur.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

8 Eylül 2020

Nurullah Ankut

HKP Genel Başkanı

 

 

İletişime Geç
Merhabalar,
Bize buradan ulaşabilirsiniz