Din meselesinin özüne dair…
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Bugün siyasetin dışında bir konudan söz edeyim size, dedim. Türkiye’deki siyaset, insanın içini karartıyor. Bu siyasi aktörler, bu şarlatanlar her tarafı kaplamışlar. Yani bunlardan söz etmek, bunların olaylarından, işlerinden söz etmek insanda mide bulantısı yaratıyor, tiksinme duyguları oluşturuyor, ruhunu karartıyor insanın.
Daha önce de birkaç kez söz etmiştim yoldaşlarıma: Ben aslında bilim insanı olmak için üniversiteye İstanbul’a öğrenci olarak gelmiştim. Felsefe, İlahiyat ve Teorik Fizik okuyacaktım. İdealim bunlarda derinleşmekti ve cevapları netçe verilmeyen sorulara cevap bulmaya çalışmaktı amacım.
Ama devrimciliğe başlayınca, nüfusça dünyanın %15’ini oluşturan Batı Dünyasının (Emperyalist Metropollerin hatta bu metropollerin içinde azınlığın azınlığı olan ABD-AB Emperyalist Çakallarının) nüfusça dünyanın %85’ini oluşturan mazlum ülkelerin insanlarını nasıl hayasızca sömürdüklerini, bu ülkelerin doğal kaynaklarını nasıl vicdansızca, acımasızca yağmaladıklarını ve pazarlarını ele geçirdiklerini görünce; insanların bu acılarına son vermek en öncelikli görev olmalı, dedim. İnsanlar böylesine acılar içinde kıvranırken, birbirlerini av objesi olarak görürken tıpkı vahşi hayvanlar gibi, laboratuvara kapanıp, kütüphanelere kapanıp bilimle uğraşmak, bizim için öncelikli görev olmaktan çıktı. Eğer insan olarak var oluşumuzun sorumluğunu, hakkını tam olarak vermek istiyorsak, öncelikle insanların bu acılarını dindirmenin, bu acılara son vermenin, insanın insan tarafından acı çekmesine izin vermemenin ve bunu ortadan kaldırmanın yolunu yordamını bulmak lazım. Bu da devrimci kavgaya girmekle olur, bu da sosyalistlikle, komünistlikle olur, dedik ve ondan sonra gerek düşünce planında gerek eylem planında tüm zamanımızı ve tüm enerjimizi buna harcadık. Öylesine harcadık ki zaman oldu çocuklarımın hangi sınıfta okuyor olduklarını bile karıştırıyor ya da bilemez hale geliyor oldum. Haklı olarak evlatlarım bu konuda sitem ederler bana.
Neyse…
Size dinden bahsetmek istiyorum bugün. Dinleri, yakın yoldaşlarımın bildiği gibi, daha önce de konferanslarımızda ortaya koyduğumuz gibi ikiye ayırıyorum ben, iki farklı kategoride değerlendiriyorum.
Bir; Pagan Dinler.
İki; Kitaplı, Peygamberli ya da Suni Dinler. Yani bir peygamber tarafından oluşturulan dinler.
Pagan Dinler, yani çoktanrılı dinler, doğal dinlerdir. Tüm toplumun kolektif düşüncesi ve bilinciyle oluşturulur Pagan Dinler. Ama Kitaplı Dinler, bu işi tek başına Tanrı’dan, Allah’tan, Yahve’den mesaj aldığını, vahiy aldığını iddia eden, “Peygamber”, “Nebi”, “Resul”, “Elçi” sıfatı taşıyan kişiler tarafından kurulur.
Pagan Dinlerin Tanrıları insanlara zulüm etmez, o hep iyilik eder.
Mesela; Türk Mitolojisine baktığımız zaman evreni yaratan “Ak Ene” yani “Ak Ana” denilen bir Tanrıçadır tüm evreni ve tabiî dünyayı da yaratmış olan. Bu işi yaptıktan sonra sahneden çekilir. İşi “Ülgen” denen Tanrıya bırakır. Ülgen de yardımcılarıyla birlikte yönetir Türk Kavimlerini. Ülgen asla zulüm, kötülük etmez Türk Kavimlerine. Kötülük eden, “Erlik” adında yeraltının hâkimi bir kötücül varlıktır. “Erlik Han” da denir bu yeraltının kötü hâkimine. İnsanlar öldükten sonra ruhlarını oraya taşıyan, bazı insanların sağken ruhlarını çalıp oraya götüren, orada işkence eden, eziyet eden hep Erlik’tir.
Ülgen gökyüzünün, yeryüzünün hâkimidir. Erlik de, yani kötülüğün yapıcısı da yeraltının hâkimidir. Ve insanlar, gökyüzünün ve yeryüzünün hâkimi olan Ülgen’in kendilerini koruması, kendilerine yardımda bulunması için Şamanlar aracılığıyla Ülgen’le iletişimde bulunurlar. “Şaman”, anlam olarak; “kendinden geçmiş olan” demektir. Bilinçli olarak, iradi olarak bilinç kaybına uğrar ve trans haline geçer ve bu şekilde de gökyüzüne ulaşarak, gökyüzünün 3-5-7 katmanını aşarak orada Tanrıyla irtibat kurar Şamanlar. Oraya dileklerini iletir, mesajlarını alıp insanlara ulaştırır.
Başta Şamanlar da kadındır. Çünkü insanlığı, 10 bin yıl öncesine kadar hep kadın liderler yönetiyordu. “Anacıl Düzen”, diyoruz biz bu düzene. Yani 1 milyon 800 bin yıllık insanlık tarihinin son 10 bin yılına kadar insanlığı yöneten hep kadınlar olmuştur ve Anacıl Düzendir bu düzenin adı. Ancak 10 bin yıldan bu yana yani Avcı Toplayıcı Toplumdan ne zaman ki Çoban Topluma geçtik; işte o zaman sürülerin sahibi olmasından kaynaklanan, maddi-ekonomik olarak oradan elde ettiği güçle, kadını toplum içinde ikinci plana düşürdü erkek. Yani avcı, savaşçı kahramanın yapamadığını, sümsük çoban yaptı. Kadını yendi ve ikinci plana itti toplum içinde.
İşte bu yüzden başlangıçta hep Ana Tanrıçalar vardı. Kadın ne zaman ki Çoban Toplumla birlikte ikinci plana düşürüldü, ondan sonra erkek Tanrılar ortaya çıkmaya başladı…
Anadolu’nun ünlü Ana Tanrıçası Kibele’dir. Konya Çatalhöyük’te M.Ö. 7 bin yıl öncesine tarihlenir, Kibele’nin memleketindeki toprağa yerleşik toplumun geçmişi. Kibele öylesine güçlü bir Tanrıça ki, tüm Ortadoğu toplumlarında hakimiyetini gösterir. Irak’ta İştar adını alır. Hatta Körfez Savaşı’nda Irak’ı işgal eden emperyalist ABD Ordusu, bu Tanrıçanın mabedini de bombalayıp imha etmiştir. Filistin’de Astarte adını alır Kibele. Frigyalılar, Kibele adına Pessinus Tapınağını kurmuşlardır. Bu tapınakta da Hacer-ül Esved benzeri bir göktaşı vardı, Kibele’yi simgeleyen. O taşı, pagan dönemdeki Roma İmparatorluğu, gemilerle gelip buradan alarak Roma’ya götürmüştür. Büyük bir törenle Roma’da karşılanan bu gemilerden alınan göktaşı, Roma’nın ünlü Palatine Tepesi’ndeki Zafer Tapınağı’na (MÖ 191’de) yerleştirilmiştir. Daha sonra da Magna Mater (Ulu Ana) mabedine taşımışlardır. Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı resmi din olarak kabulünden sonra bu mabet yıkılmış, izi tozu bırakılmamıştır. Ege’de Artemis Tapınağı da Kibele adına kurulmuş bir tapınaktır. Hatta İslam’ın ortaya çıktığı Mekke’de, Kâbe’de bile Kibele’yi simgelen Kara Taş vardır: “Hacer-ül Esved”. Aslında o, Kibele’yi simgeler. Kâbe’nin adı bile Kibele’nin mabedi anlamına gelir. “Kıble” bile Kibele’nin mabedini işaret eden, gösteren yön anlamına gelir.
Batı’da Kibele adı, Sibyl, biz de ise Sibel biçimini alarak hâlâ kadınlara verilen bir isim olarak varlığını sürdürür.
Musevilerde ve Müslümanlarda olan “Sünnet” yine Kibele’den gelir. Kibele’nin rahipleri, erkek rahipler, Kibele’nin tapınağına hizmetle görevli, kendini ona adamış olan rahipler, öylesine özenirler ki Kibele’ye; trans haline geçip vecd halinde kendi cinsel organlarını keserler. İşte sünnet, o Kibele rahiplerinin yaptığı bu işten kaynaklanır, süregelir. Rahiplerin bu kendini adamaları, zaman içinde sadece erkeklik organının sünnet derisi dediğimiz derisinin kesilmesi şeklinde aktarılır ve devam edip gelir. İşte Anacıl Düzen ve Ana Tanrıçalar bu denli etkindir.
Pagan Dinler, “İlkel Komünal Toplum” dediğimiz toplumların dinleridir. Yani sosyal sınıf ayrışmasına, parçalanmışlığına uğramamış toplumların dinleridir Pagan Dinler. Sosyal sınıfların olmadığı dinlerdir. Yani toplumda durumları ve çıkarları birbirine zıt, uzlaşmaz bir biçimde karşıt sınıfların ortaya çıkmadığı dönemin dinleridir, Pagan Dinler, genellikle. Mesela ilk sosyal sınıflara parçalanmış toplum, MÖ 4000 yıllarında Güney Mezopotamya’da ortaya çıkmış olmasına rağmen Pagan Dinler burada da bir anda ortadan kaldırılamamış, ancak 2000 yıl sonra yani MÖ 2000’li yıllarda Tek Tanrılı Dinler oluşmaya başlamıştır. Sonrasında da bildiğimiz gibi sosyal sınıflı toplum demek olan Medeniyetin, başta Ortadoğu, Mısır olmak üzere yayılması, Tek Tanrılı, Peygamberli, Kitaplı Semit Dinlerinin yani Museviliğin, Hristiyanlığın, İslamiyet’in ortaya çıkması gerçekleşmiştir. Bugün İran denen Eski Pers İmparatorluğu’ndaysa MÖ 2000’li yıllarda Zerdüştilik, Tek Tanrılı Din olarak ortaya çıkmıştır, bilindiği gibi. Bu dinin de Tanrısı Ahuramazda, Peygamberi Zerdüşt, Kutsal Kitabı da Avesta’dır. Arif Tekin ve diğer bazı ilahiyatçılar, ilk Tek Tanrılı Din olarak Zerdüştiliği kabul ederler. Bazı ilahiyatçılarsa ilk Tek Tanrılı Dinin MÖ 1800’lü yıllarda, Firavunlar Dönemi Mısır’ının Medeniyetinde ortaya çıktığını, Hz. İbrahim’in de bu tek tanrıyı Mısır’dan alıp Filistin’e getirdiğini öne sürerler.
Dinlerin ortaya çıkmasının sebebi nedir?
Bir; insanların ölümsüzlük isteği.
İki; doğa güçlerinin insanları ezmesi. Yani şimşeklerin, yıldırımların, fırtınaların, depremlerin, sel baskınlarının, yangınların, volkanların vb. insanları ezmesi, insanları korkutması ve insanlarda büyük yıkımlar oluşturması.
İşte insanlar, o korku sebebiyle, o felaketlerden korunmak için dinleri icat etmişlerdir. Tanrıları yaratmışlardır. Bu sebeplerden dolayı ortaya ilk çıkan Pagan Dinler, toplumun kolektif bilinciyle, düşüncesiyle oluşturulmuş dinlerdir. Bu sebeple de o dinlerin Tanrıları insanlara zulüm etmez. Bildiğimiz gibi bu dinlerin tapınaklarına “Panteon” ya da “Pagoda” denir.
Bir ikinci grup din ise Kitaplı Dinler, Peygamberli Dinlerdir. Bu dinlerse sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte oluşturulmuş dinlerdir. Yani toplum sosyal sınıflara parçalanmış, üst-egemen sınıfların, alt sınıfları ezerek, sömürerek onları hayvan yerine koyarak, onlara zulüm eden bir düzen bir sistem kurdukları dönemin dinleridir. Dolayısıyla bu zulmü yapabilmeleri için de Devletin ortaya çıkmış olması gerekir, Yazının ve Paranın ortaya çıkmış olması gerekir.
Devlet dediğimiz zaman; nedir bunun en önemli iki unsuru, iki bileşeni, iki ayağı?
Bir; silahlı adamlar. Toplumda özel olarak görevlendirilmiş bir silahlı adamlar grubu.
Buna “Ordu” denir. Ordu, egemen sınıfı korumakla görevlidir, onun emrindedir. Onun sınıf çıkarlarına, sömürüsüne, vurgununa, talanına ve zulmüne karşı çıkanları, başkaldıranları bastırmakla görevlidir Ordu.
İki; Yargıçlar, Mahkemeler.
Onlar ne iş yapar?
Egemen sınıfın zulmünü, sömürüsünü, vurgununu, katliamını “hukuk” dediğimiz, “yasa” dediğimiz kılıfa büründürerek bu sömürü ve vurgun düzenlerine karşı çıkanları cezalandırır. Yani yargıçlar, mahkemeler ve cezaevleri oluşturulur devlette. Devleti bu unsurlar oluşturur. Gerisi, diğer bürokratik kurumlar, ardından sökün eder. Ama devletin en önemli bileşenleri bunlardır.
İşte bu dönemde Kitaplı Dinler, Peygamberli Dinler ortaya çıkar. Bu dinlerde dikkat edersek; artık Tek Tanrı vardır. Bu dinlerde Tanrı, cehennemi de yaratmıştır. Yani hem insanlara iyilik eder, hem insanlara acımasızca zulüm eder cehennemde. Bu dünyada da zulüm eder Tanrı. Böylece dinler de mevcut sınıflı toplumun yani yaşanılan maddi dünyanın din dünyasına, entelektüel dünyaya, zihin dünyasına yansımasından oluşur, bu sınıflı toplum dinleri de, Tek Tanrılı, Peygamberli Dinler de.
Demek ki bu dinlerde Cennet, Cehennem vardır ama büyük ölçüde ahlâki öğütler de vardır. Bu toplum düzeninin sürebilmesi için belli cehennemcil cezalar konur öbür dünya için. Bu dünya için de hukuk, yasa ve ahlâk kuralları konur. Kitaplı-Peygamberli Dinler bunları da içerir. Bu hayasızca sömürüden başka bir şey bilmeyen bu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı toplumun kanını kurutup nefes alamaz hale getirince Peygamberler, işte bu şartlarda, insanlara bir soluk aldırmak, bu cendereden, bu zulümhaneden insanları kurtarmak için ortayla çıkarlar. Toplumun sömürülen ve ezilen alt sınıflarını oluşturan kitlelerden de bu nedenden dolayı taraftarlar bulurlar; inananlar bulurlar; böylelikle de yeni bir din kurulmuş olur. Fakat süreç içinde bu dinin kurucu peygamberi ve onun devamcıları sömürücü Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının düzeni tarafından yenilgiye uğratılırlar. Hani şöyle diyebiliriz: “Fatihler fethedilir.” İşte kuruluş sürecinin o aşamasında da Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye düzeninin çürütücü kuralları yani o düzenin egemen sınıflarının çıkarlarını savunan anlayışı, bu kurulan dinin yapısını oluşturmaya başlar. Bu olay, Mekke ve Medine İslam’ının birbirine 180 derece karşıtlığıyla somut biçimde görülür.
Mesela Mekke İslam’ında denir ki, Bakara Suresi 219’uncu Ayette; “Sahip olduğunuz malın sadece kendinize ve bakmakla yükümlü olduğunuz insanların ihtiyaçlarına yetecek kadarını alıkoyun, artanını-geri kalanını ihtiyaç sahiplerine dağıtın.” Yani mal-servet biriktirmeyin. Fakat Medine İslam’ının Cihatlar Çağına geçilince bu ayet hükümsüz hale gelir ve Allah tarafından Muhammed’e denir ki: “Onların mallarından bir kısmını sadaka olarak al.” (Tevbe Suresi 103)
Peki neden Pagan Dinlerde ahlâk söz konusu değil de bu Peygamberli Dinlerde ahlâk söz konusu?
Çünkü Pagan Dinlerde ahlâksızlık diye bir şey söz konusu değildir. Toplumda sınıf ayrışmaları ve sömürü olmadığı için, toplumun kolektif olarak yaratılmış töreleri tüm insanları yönetir. O töreleri bozmak, töreye karşı gelmek hiçbir toplum üyesinin düşünemeyeceği bir şeydir. Yani onlara uymamak düşünülemez o insanlar için. Onlara uymadığı zaman zaten, çok ender, binde bir de olsa, hemen toplum dışına atılır, refüze edilir toplumdan o insan. Toplum dışına atılınca da yaşaması söz konusu olmaz. Çünkü insan, toplum yaratığıdır. Bu bakımdan her insan su içer, nefes alır gibi o törelere uymakla yükümlü, görevli hisseder kendisini. İşte Pagan Dinlerde de bu sebeple ahlâka ilişkin bir hüküm bulunmaz. Çünkü ihtiyaç yoktur böyle bir şeye.
Şimdi bir örnek verirsek mesela…
6 Şubat Kahramanmaraş Pazarcık merkezli depremi yaşadık, değil mi? 11 ilimizi vuran ve 200 binin üzerinde canımıza mal olan bir deprem yaşadık. Bir Japon deprem uzmanı geldi yaşadığımız bu felaketi incelemek için. Orada soruyor gazeteciler; “Sizde yapı denetim kurumları nasıl çalışır?”, diye. “Bizde yapı denetim kurumu diye bir kurum yoktur”, diyor Japon deprem uzmanı. “Neden?” deniyor. “Çünkü hiç kimse Japonya gibi bir deprem ülkesinde ben hırsızlık yapayım, ben kârımı artırayım, ben usulsüzlük, yolsuzluk, kanunsuzluk, bilimdışılık yapayım, diye düşünmez”, diyor. “Böyle bir şeyi hiçbir Japon düşünemez”, diyor. “Bu sebeple yasaya, bilime uygun olmayan konut bizde yapılmaz”, diyor. Bu sebepten, dünyanın en ahlâklı ülkelerinin bir araştırma sonucu tasnifinde Japonya, İngiltere ve bazı Kuzey Avrupa ülkeleri en önde gelir. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkeler en önde gelir.
Neden?
Çünkü Ortadoğu Halklarını çürütüp mahveden, bir anlamda insanlıktan çıkaran vurguncu, hayasızca sömürücü, üretimle hiç ilgisi olmayan, asalak Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye bu ülkelere ulaşamamıştır. İlk sömürücü, egemen sınıf olan, insan hakkı nedir bilmeyen, kan kurutucu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye, eski dünyanın en doğusunda yer alan, bir ada ülkesi olan Japonya’ya ve en batısında yer alan yine bir ada ülkesi olan İngiltere’ye sıçrayamamıştır. Bu ülkeler, İlkel Komünal Toplum Düzeninden Kapitalist Toplum Düzenine geçiş yapmışlardır. Avrupa’nın en kuzeyinde yer alan İskandinav ülkelerine ve Sibirya’ya da ulaşıp oralarda hakimiyet kuramamış, dolayısıyla oradaki toplumları çürütememiştir. İnsanları, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi, Avrupa’nın güney bölgelerinin ülkelerinin halkları gibi ve Latin Amerika ülkeleri gibi çürütmemiştir.
Neden?
Çünkü Japonya, İlkel Komünal Toplum Düzeninden yani İlkel Komünist Toplum Düzeninden doğrudan kapitalizme geçmiştir. Oysa bizde Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye dediğimiz, 6 bin yıldan bu yana Ortadoğu’da egemen olan, insanlığa kan kusturan bir sermaye düzeni egemendir. Ve bu 6 bin yıllık vurgun, sömürü, hırsızlık, yolsuzluk, insanları da öylesine çürütmüş ki ahlâk bırakmamıştır. İnsanlar vurgun yapmayı, kârını arttırmayı, başkalarını çelmeleyerek öne geçmeyi uyanıklık sanıyor, akıllılık sanıyor.
Yani sınıflı toplum, insanları çürütür, insanlıktan çıkarır. İnsanların yeniden insanlığa dönebilmesi için sosyal sınıf ayrımlarından kurtulması gerekir. Ancak komünist toplumda insanların yalan söylemesini, birbirini kandırmasını, aldatmasını gerektiren maddi şartlar ortadan kalktığı için ahlâksızlık da ortadan kalkacak. Hiçbir ahlâk kuralı “çalmamalısın!” deme gereğini duymayacak.
Demek ki, Pagan Dinler, doğa güçlerinin insanları ezmesi ve insanların ölümsüzlük istemesi istenci, özlemi sebebiyle oluşturulmuş dinlerdir. O dinlerin Tanrıları da o özlemlere karşılık gelen Tanrılardır ve insanlara zulüm etmezler. Ama sınıflı toplumun dinleri ve Tanrıları; kan, ateş ve cehennem Tanrılarıdır. “İnsanları öldürün, mallarına el koyun, kadınlarını cariyeleştirin, çocuklarını ve gençlerini köleleştirin!”, buyruğu veren dinlerdir, Ortadoğu Semit Dinleri. Çünkü, sınıflı toplum maddi hayata egemen olduğu için, din dünyasına da aynen o yansır.
Albert Einstein zeki olduğu için tabiî din meselesinin özünü kısmen görüyor. Geçenlerde “Benim Gözümden Dünya” adını taşıyan bir kitabı elime geçti, onu okudum. Dinleri bu şekilde tasnif ediyor. Ama sosyal bilimler konusunda ve sosyal tarih konusunda cahil olduğu için, işin ekonomik-maddi kökenini göremiyor, İlkel Komünal Toplum Dinlerine “Korku Dinleri”, diyor. Sınıflı toplum dinlerine yani Semit Dinlerineyse “Sosyal ve Ahlâk Dinleri”, diyor. Onun maddi temelini göremiyor. Son derece cahil sosyal bilimler konusunda…
Dinleri biz bu şekilde anlıyoruz, bu şekilde kavrıyoruz. Burada belki bazı arkadaşların aklına şöyle bir şey gelebilir:
“Tamam da biz Müslüman bir toplumuz ve dinimize, Kur’an’a inanıyoruz.”
Bu arkadaşlara benim salık vereceğim; daha önce de defalarca tekrarladığım gibi, şu olur: Kur’an’ın Türkçe Mealini yani tercümesini okuyun. Ama sorgulayan bir akılla okuyun. Siz de tıpkı benim gibi o zaman bu kitabın insan tarafından yazıldığını göreceksiniz. İçindeki anlatılan hikayelerin, mitolojilerin, kıssaların eski Sümer, Asur, Babil, Fenike kıssaları olduğunu göreceksiniz. Bunların akılla da, mantıkla da, bilimle de zerre kadar ilgisinin olmadığını göreceksiniz. Bir de orada kölelik, cariyelik açıkça Allah tarafından onanır. Yani evreni yaratan, her şeye kadir olan doğaüstü bir ilahi gücün, yarattıklarının bir kısmını efendi, bir kısmını köle ve cariye diye böyle ayırması, böyle bir Tanrının yüceliğiyle ve ahlâkıyla, merhametiyle, adaletiyle asla bağdaşmaz. Yani bu 1400 yıl öncesinin Arap Yarımadası Toplumunun, Köleci Toplumun örfüdür.
Ha, İslam’daki olumlu yönler nereden gelir?
Hz. Muhammed’in, “Bedevi” dediğimiz göçebe bir Arap topluluğuna, kavmine mensup Halime adlı bir sütanneye verilmesinden ve beş yaşına kadar orada yaşamasından gelir. Ve Hz. Muhammed’in; medeni âlem tarafından “Bedevi” diye aşağılanan bu Arap toplumlarının aslında İlkel Komünal yani Sosyalist bir düzen içinde yaşadıklarını ve tüm kabilenin kolektif mülkiyete sahip olduğunu, bu sebeple de aralarında yalan, dümen, ahlâksızlık bulunmadığını görüp onları benimsemesinden. Ve Kur’an’a da onları aktarmasından kaynaklanır, Kur’an’daki ahlâki öğütler. Bunlar da büyük ölçüde Mekke Dönemi İslam’ında ve o dönem indirilen ya da ortaya konulan ayetlerde belirtilir, emredilir.
Nitekim Mekke Döneminde ortaya konan 86 surenin hemen hemen hiçbirinde kadını vuran, kadını aşağılayan bir ayet göremezsiniz. Çünkü Hz. Muhammed, eşi Hz. Hatice’yle ve onun kuzeni Varaka’yla birlikte oluşturuyorlar İslam Dinini. Hz. Hatice Mekke’nin en asil, en varlıklı en saygı gören kadınlarından biridir. Bu sebeple Hz. Muhammed’in kadınları vuran bir ayet ortaya koyması, aşağılaması asla o şartlarda söz konusu olamazdı, olamamıştır.
Kadınları vuran ayetler, özellikle Medine Döneminin 28 suresinde ortaya konur. Medine Dönemi artık cihatlar dönemidir; bol miktarda ganimetlerin mal mülk olarak ele geçirildiği dönemdir. Ve canlı ganimet olarak erkeklerin, çocukların köleler olarak, kadınlarınsa cariye olarak ele geçirildiği dönemdir. Ve o dönemin İslam’ı da elbette yaşanan o maddi şartların din dünyasına, zihin dünyasına, entelektüel dünyaya yansıması olacaktır ve öyle de olmuştur.
Bu sebeple biz Mekke Dönemi İslam’ını, o Bedevi dediğimiz göçebe Arap aşiretlerinin töresinden süzülüp geldiği için, İlkel Komünal Toplumun değerlerini öne geçirdiği için “Devrimci İslam” olarak değerlendiriyoruz. Medine Döneminin İslam’ını ise Köleci Toplumun değerlerinin egemen olduğu “Gerici İslam” olarak değerlendiriyoruz.
Şimdi buna pek çok örnek verdik. Geçen okuduğum bir kitabı da size salık vereyim. Bu konuda beğendiğim ilahiyatçılardan Arif Tekin vardır, pek çok arkadaşımızın bildiği gibi. Diyarbakır Kulp’ta doğmuştur ve 15 yıl Medreseye gitmiştir. Kürtçe ve Arapça dışında dil bilmemiştir. Sonradan dışarıdan ilkokulu, İmam Hatip Okulunu ve Ege Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirmiştir. Ve o da bizim gibi iyice inceleyince Kur’an’ı, her din gibi İslam’ın da insan yapımı olduğunu netçe görmüş ve kitaplarında göstermiştir. Berfin Yayınları’ndan çıkmaktadır kitapları.
Son okuduğum kitabı, o dönemin Hz. Muhammed döneminin ünlü Arap şairi “Ümeyye Bin Ebi Salt’ın Şiirlerinden Kur’an’a” adını taşıyan kitabıdır. Ümeyye Bin Ebi Salt, Hz. Muhammed’in İslam’ı ortaya koyuşundan iki sene sonra ölmüştür. Ve bu kitabı okursanız göreceksiniz; Arif Tekin cümle cümle aktarıyor Ümeyye’nin şiirlerini. Hz. Muhammed çoğu kez olduğu gibi, bazen de virgülünü noktasını değiştirerek Kur’an’a aktarmıştır. Yani büyük ölçüde Ümeyye’nin şiirleri Kur’an’ın şekillenmesinde etkili olmuştur.
Hani daha önce de söyledik; İncil’de “Havarilerin Mektupları” denen bölüm, bütünüyle Seneca’nın “Ahlâki Mektuplar”ından ibarettir; cümle cümle, satır satır, noktası virgülü bile değiştirilmeden.
Rahipler ne diyorlar buna?
“Seneca İncil’den almıştır, aktarmıştır, kopya çekmiştir”, diyorlar. Halbuki onlarca yıl önce hayattan ayrılmıştı Seneca, ilk İncil bölümü ortaya çıkmadan, yazılmadan önce.
Burada da bizdeki bazı ilahiyatçılar ve hatta geçmiş 1400 yıllık İslam tarihindeki bazı İslam alimleri; “Ümeyye, Kur’an’dan almıştır bu şiirleri, bu dizeleri”, diyorlar ama buna imkân yok. Ümeyye, Hz. Muhammed’le hiçbir zaman karşılaşmamış, konuşmamış, görüşmemiş ve İslam’ın ortaya konuşundan iki sene sonra da hayattan ayrılmıştır. Söz ettiğimiz kitabı okurlarsa, bir kez daha somutça kesince tanık olurlar böyle düşünen arkadaşlar; İslam’ın da insan yapımı olduğuna.
Evet, demek ki dinler konusunda da bu tasnif önemliymiş, belirleyiciymiş:
İlkel Komünal yani sınıfsız toplum döneminde ortaya çıkan dinler “Pagan Dinler” diye adlandırdığımız ya da “Kitapsız-Peygambersiz Dinler” diye adlandırdığımız dinlerdir. Burada herhangi bir ahlâki öğüt bulunmaz çünkü sınıfsız toplumda zaten ahlâksızlık asla söz konusu olmaz. Toplumu “Ak Sakallılar” diye adlandırılan ihtiyarlar heyeti yönetir, önemli konularda kararlar alır ve toplum ona uyar.
Ama “Semit Dinleri”nde yani “Peygamberli ve Kitaplı Dinler”de sınıflı toplum, Köleci Toplum bütünüyle hâkimdir ve o toplumun maddi hayatı, din dünyasına da, entelektüel-zihni dünyaya da aynen yansımıştır.
Sözü uzatmayalım. Kısaca bugün de bunları anlatmış olalım.
Kalın sağlıcakla…
18 Mayıs 2024