Deniz Baykal denen bu hainden, ahlâk fukarasından hesap soracak bir tek CHP’li de mi yok yahu!
Bunun ihanetleri, sadece son günlerde konuşulan, Abdurrahim Karslı’nın dile getirdiği ahlâksız anlaşmadan ibaret değildir.
Bu kişi, siyasi hayatının tümü boyunca Amerika’yla arayı hep sıcak tutmuştur. Avrupa Birliği ile de tabiî. Yani emperyalist haydutlarla dost hayatı yaşamıştır. İşte bu anlayışından dolayı da Abdurrahim Karslı’nın son günlerde bir kez daha ayrıntılarıyla ve kanıtlarıyla birlikte açık ettiği ihaneti işlemekte hiç duraksamamıştır. Bu yaptığı sıradan bir yanlış ya da zaaf ve ondan kaynaklanan bir ihanet değildir.
Ne deniyor burada?
İsrail’in önünü açacaksınız, güvenliğini artıracaksınız. İslamın yeniden yorumlanmasında yani CIA İslamının-Amerikan İslamının oluşturulmasında bize yardımcı olacaksınız, bizimle işbirliği yapacaksınız. Ve de BOP Haritasının daha doğrusu CIA’nın hazırladığı BOP Planının Ortadoğu’da uygulanmasında, daha açıkçası sınırların yeniden çizilmesinde ve Türkiye’nin de Sevr Haritasına göre yeniden belirlenmesinde bize yardımcı olacaksınız.
Şimdi olayı kaynağından aktaralım, işin aslını görelim:
“AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR”
“Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim. Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de kurucu arkadaşlarımız ile birlikte benim evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik, sohbet ettik. Sohbet esnasında, bizim Medya ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir soru sordu. Dedi ki gazeteci ve hazırda olan arkadaşlara;
“1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir bu gelinen noktada?
“2. Biz yeni bir parti kurduk Merkez Parti ile ilgili ne düşünüyorsunuz”
“Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti’ye çok hizmet eden, fikir babası, halen içinde olan, çok müdafaa eden gazeteci yazar, benim de eskiden beri tanıdığım, düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak da vardı. Hatta benden yaşça büyük olduğu için ben ona ağabey diye hitap ederim. O da orada vardı. Bu soruya mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki ”Ak Parti bende bunu çokta yazdım” dedi, ”saklamaya gerek yok her yerde de bu mevcut” dedi. “Ak Parti bir proje partisidir” dedi. ”Ne projesi” dediler. ”Bir tarihte, 90’lı yıllarının başından sonra küresel güçler, emperyalist güçler bunun içinde ABD, İngiltere, İsrail falan Türkiye’ye gidip gelmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye gelip gidiyorlardı?’ dediler. Bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılar ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam. Çünkü, Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde puan almaya başlamış. Biz sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma yapalım” yani kendi anlattı.
“Cem Özer: Neden Erbakan Hoca madem yükseliyor onunla anlaşma yapmıyorlar?
“Abdurrahim Karslı: Erbakan hocaya teklif etmişler. Hatta bunu da söyledi. “O kabul etmedi” dedi. Yani nasıl bir anlaşma?
“Anlaşma şu:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım.
“2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim
“3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.
“Cem Özer: Yani o zaman kabul ediyor ameliyatı. Memleketi üzerinde kendine yana olursa ameliyatı kabul ediyor…
“Abdurrahim Karslı: Tabiî.
“Cem Özer: Ben memleketin üzerinde ameliyat yaptırmam derken, o zaman yaptırıyor.
“ERBAKAN’A TEKLİF ETTİLER KABUL ETMEDİ
“Abdurrahim Karslı: Demiyor tabiî. Yani Erbakan hoca bunları kabul etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi şimdi Ak Parti’yi kuranlar bunu kabul ediyor. Bunun içinde de Tayyip Bey ve Abdullah Bey var. ”Bende vardım” dedi o müzakere ekibinin içinde. Hatta insanlar orada garip garip bakınca orada huzurda olan Ali Bulaç Bey de vardı gazeteci yazar. “Ali Bey’in de haberi var o da biliyor bu ekibi.” dedi. Sonra biz bunları yapalım sizden de istediğimiz şu:
“1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.
“2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.
“3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.
“Hatta orada DSP’li bir Bakanımız vardı Aydın Tümen onunda ismini söyleyeyim kızmaz inşallah. Aydın Tümen dönüp bakınca ters ters dedi ki; ”Kızmanıza gerek yok. Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar vardı. O zaman CHP’nin başında olan Deniz Baykal, ona da çünkü Cumhurbaşkanlığını verecektik” dedi. ”Ama o sıra dedi anlaşma gereği hiç çalışmadı gitti sırt üstü yattı. ‘Nasıl olduysa anlaştık’ diye, proje bozuldu Abdullah Bey’e teklif ettik” dedi.
“Cem Özer: Zaten Deniz Baykal, eğer evet demeseydi siyasi hayatımızda Recep Tayyip Erdoğan daha sonra olacaktı.
“Abdurrahim Karslı: Tam olarak değil aslında. Daha değişiği, bu iktidar bir proje iktidarı olduğu için muhalefette bu proje gereği iktidarın destekçisi. Dediğiniz gibi meclise girmesi Tayyip Bey’in Deniz Bey sebeptir. Ama erken seçimi teklif eden de Devlet Bahçeli’dir.
“Cem Özer: Yani bozalım iktidarı…
“BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER
“Abdurrahim Karslı: Bozalım ve yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten projedir.
“Cem Özer: Tam da çözülmüştü ekonomi…
“Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi…
“Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan filan…
“Abdurrahim Karslı: Birden işler tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani bunu Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. ”Ya ben bunu kaç defa yazdım. Zaten Türkiye bunu yaşadı.” Beni de göstererek dedi ki “O zaman ben bu arkadaşa gittim geldim bir hafta anlattım böyle böyle çalışalım diye bu kabul etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana göre öyle bir teklif Türkiye’nin bölünmesi, İslam’ın tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye’nin değil, Büyük Ortadoğu projesi bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların küresel güçlere bağlanması demektir.
“Cem Özer: Peki şöyle bir şey yapmıştır iktidar tamam bunlar bizim oyunumuza gelsin bunlar önümüzü açsınlar sonra biz bunların dediğini yapmayıveririz biter gider…
“Abdurrahim Karslı: Belki öyle düşünmüş olabilirler. Ben ne düşündüklerini bilmiyorum ama şunu söyledi Abdurrahman Bey, dedi ki “Bu projeyi diğerleri kabul etmedi, biz ve bu projenin içinde ‘evet’ diyen Abdullah Bey’le Tayyip Bey ‘evet’ dedi. Bu bir projedir. Merkez Partinin başarı şansını şimdilik görmüyorum. Çünkü proje henüz tamamlanmadı” dedi.
“İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI
“Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğinin önünü açmak diyorsunuz. İsrail’e en çok kafa tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor.
“Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan Kurtulmuş’un da anlattığı bir şey var. Ben de hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz İsrail’e kafa tuttuk. Ama bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden kaldırdık. Bugün kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela ortak olamayacağı birçok kuruluşlarda biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan silahların üretimi var mıdır yok mudur filan diye biz tekini istemedik Türkiye olarak. Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki engelleri kaldırdık.
“AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK GEZİYOR
“Cem Özer: Nasıl kaldırdık
“Abdurrahim Karslı: Hamas en büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail Hamas’ı dümdüz etti.
“Cem Özer: Yani Hamas şimdi…
“Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı insan ne düşünür. Şimdi İsrail’e karşı iki tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş Örgütü 2. Hamas.
“Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir de Hamas var. Bütün uluslararası camia da şunu terör olarak kabul ediyor. Biz bunu tahrik etmek yerine madem bizim sözümüzü dinliyor biz de kuvvetliyiz ağabeyiz, ne der insan siyaseten, siz kendinizi fesh edin nasıl olsa uluslararası illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş Örgütü’ne iştirak edin. Zaten en sonunda birleştiler. Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık. Verdik gazı Hamas’a Gazze’ye gidiyoruz diye, gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni gönderdik insanlar öldü. Ne oldu? Sonuca bakmamız lazım. One Munite demekle bu işler hallolmuyor. Numan Kurtulmuş’un da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün kurum ve kuruluşlarda. Önlerindeki engelleri kaldırdık.
“Hamas’ı mahvettik.
“Mısır’ı darma duman ettik.
“En çok kafa tutan Suriye’yi yerle yeksan ettik.
“Bunun dışında da Ürdün, Libya hepsi yok şu anda.
“Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen Ak Parti’nin getirdiği neticeyi dinleyin. İçerde PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam adına da bir sürü terör örgütü icat etti.” (http://www.odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200)
İhanet Anlaşmasının içinde Pensilvanyalı İblis’in cemaati de vardır
Abdurrahim Karslı’nın bu açıklamalarını Ali Bulaç da aynen doğrular. İsterseniz olayın daha netçe ve kesince kanıtlanması ve ortaya serilmesi için tereddütsüz anlaşılması, kavranılması için yani bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için Ali Bulaç’ın konuya ilişkin Pensilvanyalı İmam’ın Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı makalesini aktaralım:
“AK Parti bir proje miydi?
“Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”
“(…)
“1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.
“Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı değişiklikler”le AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu!
“Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti. Erbakan hoca vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir.
“Karslı’nın evinde Dilipak, şunları da söyledi: “AK Parti böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.”
“Bu köşeyi takip edenler, benim ilk günden AK Parti’nin BOP merkezli politikasına muhalefet ettiğimi; kuruluşta Amerikalılara ve Batı’ya -bölge ve İsrail adına- verilen taahhütlerin çok ağır olduğunu yazdığımı, bol keseden taviz ve taahhütlerde bulunmadan da bölgesel politika yürütmenin mümkün olduğunu savunduğumu bilirler. Elbette kıyamete kadar Batı’ya bağımlı kalmayacaktık ama bağımlılıktan kurtulmanın yolu bu değildi.
“M. Ali Bulut’un yazdığına göre o dönemde bu proje rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na da teklif edilmiş. Yazıcıoğlu, Erdoğan’a: “Kardeşim zaman ve hadiseler bana öğretti ki, Amerika’nın desteğindeki bir siyasete hizmet edilmiyor. Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika hep kendine hizmet ettirir.” Tayyip Bey ona, “Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani olurlarsa dirsek vurur, gideriz.” deyince rahmetli, “Amerika dirsek vurulacak bir güç değil. Fil ile gireceğin yataktan ezilerek çıkarsın.” demiş, teklifi nazikçe reddetmiş. (…) (Bkz. Haber7, 11 Ocak 2014) (Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 2014)
Dilipak, yerli işbirlikçilerin ihanetini doğrular
Yeni Akit yazarı kaşar, ölüsü kokmuş Ortaçağcı Abdürrahman Dilipak da olayı inkârdan gelmeye ve projeyi bugün “Paralel Yapı” diye adlandırdıkları Pensilvanyalının cemaatinin üzerine yıkmaya çalışırken, tevil yoluyla da olsa aslında, ikrar etmiş, doğrulamış olmaktadır. Bugün en sadık Tayyipçidir ya Dilipak, o sebeple ihanet antlaşmasını Pensilvanyalının üzerine yıkarak amigoluğunu yapıp küpünü doldurmaya devam ettiği için Tayyipgilleri bu işten kurtarmaya çabalamaktadır. Fakat ne kadar debelenirse o kadar batmaktadır. Ve ihaneti ortaya döküp doğrulamış olmaktadır. Şu birbiriyle çelişen, tutarsız, mantıksız cümlelere bakın:
“Son birkaç gündür sosyal medyada bir haber dolaşıyor. A. Karslı’nın bir tv kanalı ve özel sohbetlerindeki açıklamalarının basına yansıyan şekli ile, “AK Parti’nin ABD tarafından kurdurulduğu” şeklinde bana atfen bir iddia dolaşıyor… İşin aslı, her zaman yazdığım söylediğim gibi, Paralel yapının AK Parti’yi desteklemesi ve AK Parti’ye dayatılan BOP projesi ile ilgili. AK Parti’yi projenin siyasi ayağını oluşturması için destekleyeceklerdi… Bunun da maksadı İsrail’in varlık ve güvenliği açısından sorun teşkil etmeyen, Batı değerler sistemi ve siyasası için risk oluşturmayan, alameti farikaları yok edilmiş bir din icat etmek ve ABD’nin, NATO’nun askeri ve stratejik hedefleri ile uyumlu bir siyaset ve din algısı üretmekti… Bu maksatla bunların abileri 90’ların başında benim de kapımı çaldılar. Ben bunu 91’de, 93’te açıkladım ama insanlar komplo olarak gördüler… Bu irade Erdoğan’ı başından beri istemedi, Erdoğan’a şiir okudu diye siyaset yasağı getirenler de bunlardı… Gül, tezkereyi geçirmeyince ve bugün adına paralel yapı dediğimiz ılımlı İslamcıların derin devlete entegre ve enjekte edilmesine karşı çıkan derin devlet içindeki Ulusalcı – Kemalist kadroları tasfiye edemeyince, risk alması açısından Erdoğan’ın siyaset yasağını kaldırdılar. Yine de Erdoğan’a güvenmedikleri için Baykal’ı Cumhurbaşkanı yapacaklardı akıllarına göre. O günlerde Zaman’ın yazarları bu projeye destek veriyorlardı… MİT, emniyet, medya ve finans öncelikle paralel yapının kontrolüne geçecekti… Zaten ordu da bu plana göre paralelin paraleline girecekti… Erdoğan, Gül’ü Çankaya’ya gönderince plan çöktü. Baykal, rolünü iyi oynayamadığı için bilinen senaryo ile tasfiye edildi. Yerine geçici olarak Kılıçdaroğlu getirildi… Ve bugünkü süreç başladı.” (A. Dilipak, Yeni Akit, 19 Aralık 2014)
Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, Dilipak da tüm Tayyipgiller şürekası gibi tam bir düzenbazdır, madrabazdır, din tüccarıdır. Bütün ömürlerini din, iman, Allah, Kitap diyerek geçiren bu Amerikan uşağı, insan düşmanı, vatan millet düşmanı asalaklar zerrece ahlâk, namus, vicdan, dürüstlük, mertlik taşımamaktadırlar. Bunların tümü yiv sıyırmış cıvatalar gibi tüm insani değerleri sıyırıp atmışlardır bir köşeye. Ve bir asalağa, bir vurguncuya, bir kan içiciye, özetçe insanlıkla zerrece ilgisi olmayan bir yaratığa dönüşmüşlerdir…
Yerli İşbirlikçilerin tamamının ipleri ABD’nin elindedir
Bütün bu uzun aktarmalar şunu göstermektedir ki Türkiye’de burjuva partilerinin tamamını ABD Emperyalistleri oynatmaktadır.
Dikkat edelim; Amerikalılar 1990’lı yıllarla birlikte heyetler halinde neredeyse hemen her gün kimleri ziyaret ediyorlar?
Ortaçağcıları-Siyasal İslamcıları-Yezid-Muaviye dininin savunucularını ve MHP orijinli faşistleri.
Ne diyorlar bunlara?
Türkiye’de sizin önünüzü açacağız, sizi iktidara getireceğiz, size güçlük çıkaracak hareketleri, kurumları “opere” ederek tasfiye edeceğiz. Yani yolunuzun üzerinden süpürüp atacağız. Engel oluşturabilecek durumdan çıkaracağız. Siz de bunun karşılığında bizim şu istediklerimizi yapacaksınız.
Bu ihanet önerisini kimler kabul etmiyor, yukarıdakilerin aktarımına göre?
Necmettin Erbakan’la Muhsin Yazıcıoğlu.
Bunlar neden kabul etmiyorlar?
12 Eylül’de ağızları yandığı için. Çünkü bu Ortaçağcı ve Faşist güçler, 12 Eylül öncesi benzer boyutlarda olmasa da başka bir ihanet anlaşmasının içindeydiler Amerikalılarla. Türkiye’de devrimcilerin ve devrimci kültürün kökünün kazınması konusunda anlaşıktılar ve birlikte saldırıyorlardı biz devrimcilere. ABD bunların hem önünü açmış hem de her türlü desteği sağlamıştı. Fakat 12 Eylül sonrasında göstermelik de olsa bunlar da hapishanelere kondular. 12 Eylül’ün Faşist Cuntası halka güya tarafsız bir görünüm sunabilmek için “sağa da sola da karşıyız” söylemine sarıldı. O nedenle bunlar da çok rahat bir hapislik hayatı sürmüş olmalarına rağmen içeri alındılar. M. Yazıcıoğlu 7 buçuk yıl, Molla Necmettin Erbakan da 10 ay kadar hapis yattı.
İşte bu deneyimlerinden dolayı onlar, ABD Emperyalistlerinin işbirlikçi uşaklarını hem kullandıklarını hem de kullanım sonrasında onları çöplüğe fırlatıp attıklarını çok iyi öğrenmişlerdi. Bu sebeple ABD Emperyalistlerine hizmette kusur etmemekle birlikte böyle resmi bir anlaşma içine girmekten uzak durmuşlardır.
Bir de onların psikolojik yönden bir sorunları yoktu. Yani ruh sağlıkları yerindeydi. O bakımdan böyle bir anlaşmanın kendilerine öncesinde ikbal, makam, koltuk, para pul getirse de sonunda bunun ceremesini çekeceklerini görebiliyorlardı. İşte bu sebepten birbirimizle böyle sıcak, yakın temasta bulunmayalım ama uzaktan biz size hizmetimizi yine kendiliğimizden sunarız, demişlerdi.
Bilindiği gibi ABD’nin en büyük korkusu hatta fobisi komünizmdir, sosyalizmdir, antiemperyalizmdir. ABD teklifini kabul etmeyen bu her iki, biri faşist öbürü Ortaçağcı, lider de en azılı şekilde antikomünisttiler, antisosyalisttiler, antiemperyalizme düşmandılar.
Tayyipgiller İhanet Anlaşmasını tereddütsüz kabul eder
Bu anlaşmaya kim katılıyor? Amerika’nın bu teklifini, bu ahlâksız teklifi, bu ihanet teklifini kim “havada kapıyor”?
Tayyip Erdoğan ve şürekâsı. Yani Tayyipgiller. Bir de CHP’nin karanlık ve ahlâk fukarası lideri Deniz Baykal. Aşağıda Soner Yalçın’dan yapacağımız aktarmada görüleceği üzere dönemin Washington Büyükelçisi, şimdinin Sorosçu Kemal’in Dış Politika Danışmanı Faruk Loloğlu. Bu kişi de Türkiye’deki görüşmelerde bulunmamakla birlikte bir yerde, sanırız ABD’de, bu ihanet sözleşmesine dahil olmuş, edilmiş.
Tabiî Abdurrahim Karslı, Ali Bulaç gibileri de bu tekliften ve bunu kimlerin kabul ettiğinden baştan itibaren haberdardırlar. Abdurrahman Dilipak gibi vicdansız, düzenbaz, Ortaçağcılarsa zaten anlaşmaya dahildir.
Şimdi Abdurrahim Karslı, Ali Bulaç ve benzeri Ortaçağcılara ve sosyal demokrat “DSP’li bakan Aydın Tümen” gibilere sormak gerekir:
Bu ihanet anlaşmasından ve tekliflerinden haberdardınız da bugüne kadar niye açık etmediniz?
Şimdi dile getiriyorsunuz bunları. Bu dile getirişiniz sizin namuslu oluşunuzdan değil, yeni siyasi konumunuzdan kaynaklanmaktadır. Bir iki yıl öncesine kadar Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis’in cemaati kardeş kardeş TC’yi eritiyorlardı. Amerika’nın o anlaşmada kendilerine verdiği namussuzca görevi aksatmadan, zevkle yapıyorlardı. Şimdi ganimet paylaşımı sebebiyle aralarında çıkan kavgadan dolayı birbirlerine düşman oldular. Abdurrahim Karslı, Fethullah’ın desteği ve ekibiyle yeni parti kurdu. İşte bu nedenle zamanında bulaştığınız ihaneti şimdi ortaya çıkarıyorsunuz.
Demek ki, AKP, bugün dahi en büyük destekçilerinden olan Abdurrahman Dilipak’ın bile deyişiyle bir “proje partisi”dir.
Projenin sol görünümlü işbirlikçisi: Deniz Baykal
Peki bu projeye doğrudan kim dahildir başka?
Zamanın CHP lideri Deniz Baykal.
Başka?
Kontrgerilla’nın Türkiye’deki özel örgütü olan MHP’nin başkanı Devlet Bahçeli’dir.
Bu da ne yapmış?
Erken seçim teklif ederek AKP’nin bir an önce Meclise girmesini, Tayyip’in devletin en üst makamına gelmesini, Tayyipgiller’le Pensilvanyalının devletin en üst tepesine gelmesini, yönetimini ele geçirmesini sağlamıştır.
Meclisteki diğer parti, bugünkü adıyla HDP de zaten 1991 sonrasında yani Sosyalist Kamp’ın çöküşüyle birlikte dümeni ABD’ye kırmış, Bekaa’ya gelen CIA ajanları vasıtasıyla Abdullah Öcalan ABD’yle eklemlenmiş, tabiî Kandil de aynı şekilde ABD’yle eklemlenmiş, bunlar da artık Miamili olmuşlardır. Bilindiği gibi Miami Kübalı antikomünistlerin vatanıdır, şehridir.
Hep söylüyoruz ya, Meclisteki tüm partilerin ortak paydaları Amerikancılıktır. Hepsinin kutsal şehri Washington’dur, Kabesi ise Whitehouse’dur, Pentagon’dur, CIA merkezidir. Oralardan direktifler alırlar, yönlendirilirler ve belli aralıklarla umre hacıları gibi oraları tavaf ederek hizmete hazır olduklarını sunarlar ve görev talep ederler efendilerinden.
İşte Abdurrahim Karslı’nın bu açıklamaları bizim yarım yüzyılı aşkın süredir sürekli vurguladığımız bu gerçeği gözler önüne sermiştir.
Demek ki, Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor. Dünyanın başhaydut devleti ABD Emperyalistleri yönetiyor.
Nasıl yönetiyor?
İşte bu açıklamada dile getirildiği gibi ya doğrudan kendi projelendirdikleri partilerle ya da sonradan CHP gibi dönüştürerek proje partisi haline getirdikleri partiler aracılığıyla. Tabiî bunların bugün hâlâ bütün dişleri ve tırnaklarıyla canlılığını devam ettiren Kontrgerillaları var Türkiye’de. Süper NATO’ları, Gladyoları-Seferberlik Tetkik Kurulları-Özel Harp Daireleri vardır. Medya içinde, aydınlar içinde, tabiî Parababaları içinde devşirilmiş, etkin ajanları vardır. İşte bu ajanlar takımı, hainler takımı elbirliğiyle, uyum içinde ABD Emperyalistlerinin istekleri doğrultusunda yönetirler Türkiye’yi.
Ne yazık ki gelinen nokta vahim bir aşamadır artık. Türkiye, Yeni Sevr’in kıyıcığına getirilmiştir iyice. Ve Türkiye’yi bu bataklığa, bu uçuruma yuvarlanmaktan, düşmekten kurtaracak, çekip alacak güçler; ihanet anlaşmasında öngörüldüğü gibi bir CIA Operasyonu olan “Ergenekon Davası” adlı saldırıyla bertaraf edilmiştir, sindirilmiştir, ürkütülmüştür, korkutulmuştur, terörize edilmiştir ve karşı koyabilecek bir güç olmaktan çıkarılmıştır.
Burada şunu da netçe, altını çizerek belirtelim:
Bizim tâ başından beri sürekli vurguladığımız bir gerçek de açık edilmiş olmaktadır, netçe ortaya konmuş olmaktadır Abdurrahim Karslı tarafından.
Demek ki “Ergenekon Davası” ne tek başına Fethullah Cemaatinin ne de Tayyipgiller iktidarının eseridir. Bu davayı projelendiren, uygulamaya koyan, o uygulamada görev alacak hainleri birebir tespit edip organize eden ve süreci baştan sona yönlendiren, ona komuta eden ABD’dir, CIA’dır, Pentagon’dur, Washington’dur. Fethullah Cemaati ve Tayyipgiller iktidarı bu hainane saldırının yerli işbirlikçileri, kullanılıcılarıdır. Bunlar yerli hainlerdir.
Demek ki, her kim ki bu davayı sadece Fethullah Cemaatine yıkar ya da sadece Tayyipgiller iktidarına yıkar, işte o kişi ya gafildir ya hain. Çünkü sürecin arkasındaki asıl büyük gücü “Büyük Patron”u isteyerek ya da istemeyerek gizlemiş olur o kişi. Böylece de insanları aldatmaya yeltenmiş olur.
Tekrarlayalım: Demek ki “Ergenekon Davası” kaç ayak üzerine oturmaktadır?
Üç.
Bir, Washington-Pentagon-CIA.
İki, Pensilvanyalı İblis’in Cemaati, onun savcıları, yargıçları, polisleri, medyası,
Üç, Tayyipgiller iktidarı. Başta da “Ben bu davanın savcısıyım” diyen Tayyip, onun bakanları, vekilleri ve medyası.
Olayı böyle koymayan, bilerek ya da bilmeyerek, halka sırtını dönmüş olmaktadır, halkı yanıltmaya çalışmış olmaktadır. Bu sorunu da böylece bir kez daha netleştirmiş olalım.
Evet, şimdi gelelim Deniz Baykal meselesine:
Ne diyor Abdurrahim Karslı’nın aktarımıyla Abdurrahman Dilipak, Baykal için?
“Hatta orada DSP’li bir Bakanımız vardı Aydın Tümen onun da ismini söyleyeyim kızmaz inşallah. Aydın Tümen dönüp bakınca ters ters dedi ki; “Kızmanıza gerek yok. Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar vardı. O zaman CHP’nin başında olan Deniz Baykal, ona da çünkü Cumhurbaşkanlığını verecektik” dedi. ”Ama o sıra dedi anlaşma gereği hiç çalışmadı gitti sırt üstü yattı. ‘Nasıl olduysa anlaştık’ diye, proje bozuldu Abdullah Bey’e teklif ettik” dedi.” (Odatv.com)
Bu aktarım gerçeği eksik yansıtmaktadır. Yani Baykal’ın hiç çalışmaması, gidip sırtüstü yatması asla söz konusu olmamıştır. Tam tersine, o bu projede kendisine verilen rolü eksiksiz oynamıştır, görevini eksiksiz biçimde tamamlamıştır.
Ne yapacaktı Baykal?
Tayyip için çıkıp seçim propagandası mı örgütleyecekti ya da onun mitinglerine mi katılacaktı?
Baykal İhanet Projesindeki görevlerini eksiksiz biçimde yerine getirmiştir
Bu projede Baykal’a verilen görev şuydu. Bunu da Soner Yalçın’ın “Kayıp Sicil-Erdoğan’ın Çalınan Dosyası” adlı kitabından aktaralım. Biraz uzun olacak aktarım ama Baykal’ın bu hainane görevi nasıl yerine getirdiğini somutça ve iyice görelim:
“Tarih: 3 Kasım 2002
“Seçimler oldu, sandıklar açıldı ve AKP birinci parti oldu; yüzde 34 oyla 363 milletvekili çıkarıp tek başına iktidara geldi.
“Erdoğan tıpkı 1994 İstanbul Yerel Seçimi’nde olduğu gibi şanslıydı; DYP yüzde 9.6, MHP 8.4 ve Genç Parti 7.3, DHP 6.2 ve ANAP 5.2 oyla seçim barajının altında kaldı. Ancak bilgisayar başındaki “sihirli bir el” AKP için bu kadar iyi bir dağılım yapabilirdi.
“Mecliste sadece iki parti vardı; AKP ve CHP. İki partinin toplam oyları sadece yüzde 53 idi! Yüzde 47 meclis dışındaydı ve buna “demokrasi” diyorlardı.
“Kazanmışlardı…
“Hâlâ sanılıyor ki seçimi AKP kazandı; Gül kazandı, Tayyip Erdoğan kazandı!
“Batının “Ilımlı İslamcı” dediği Erdoğan, “cüppe giyen Thatcher” rolünü üstlendi. Batı için önemli olan kapitalist neoliberal politikaları yürütecek yeni bir “yüz”dü.
“Erdoğan’ın Amerikan dolarıyla iktidara getirildiği gün gibi ortadaydı. Biz bu filmi 1946’dan beri seyretmiyor muyuz?
“Senaryo yazarlarını tanıyor muyuz?
“Seçimden sonra hükümeti Abdullah Gül kurdu.
“Erdoğan’ın önündeki duvarların yıkılması zor görünüyordu.
“Fakat seçimden iki gün sonra devreye Erdoğan’ın hiç beklemediği biri girdi: CHP Genel Başkanı Deniz Baykal!
“Tarih: 5 Kasım 2002
“Erdoğan’ı ziyaret eden CHP Genel Başkanı Baykal, “Kanaatime göre, bir insanın siyasi suç niteliğinde mahkûm olması ömür boyu siyasetten mahrum edilmesine gerekçe olmamalıdır” dedi. Yani, “Ne lazımsa yaparız!”
“AKP şaşkındı.
“Erdoğan’ı parlamentoya taşıyan sürece start verdi. Anayasa’nın 67, 76 ve 78. maddeleriyle ilgili değişiklik teklifini Meclis’e sundu. Teklifte, Anayasa’nın milletvekili seçilme yeterliliğini düzenleyen 76. maddesinde yer alan “ideolojik veya anarşik eylemlere” ifadesiyle, “affa uğramış olsalar bile” tabiri çıkarılarak yerine, “terör eylemi” tanımlamasının getirilmesi öngörüldü. Anayasa’nın 78. maddesinde öngörülen değişiklikle de Erdoğan için ara seçim yolunun açılması hükme bağlandı. Madde metnindeki “ara seçim her seçim döneminde bir defa yapılır ve genel seçimden 30 ay geçmedikçe ara seçime gidilemez” ifadesinin çıkartılması hükme bağlandı.
“13 Aralık 2002’de TBMM’de AKP’nin ve CHP’nin oylarıyla Anayasa değişiklik teklifi kabul edildi.
“19 Aralık 2002’de ise dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, düzenlemeyi veto ederek TBMM’ye iade etti.
“CHP Parti Grubu 20 Aralık’ta, vetoya rağmen Anayasa değişikliğine desteğini sonuna kadar sürdürme kararı aldı.
“Meclis, CHP’nin desteğiyle Anayasa’nın öngördüğü üçte iki çoğunluğun (367) üzerinde 437 oyla 26 Aralık’ta teklifi aynen benimsedi.
“Meclis’in aynen gönderdiği Anaysa değişikliğini 31 Aralık’ta Sezer onaylamak durumunda kaldı.
“Tarih: 9 Mart 2003
“Tekrarlanan Siirt seçimlerinde, AKP’li Mervan Gül, Erdoğan’ın seçilmesine olanak sağlamak amacıyla adaylıktan çekildi.
“Yapılan seçimde Erdoğan milletvekili seçildi.
“Erdoğan önce milletvekili ardından başbakan oldu.
“Bu süreçte…
“Erdoğan-Baykal ikilisinin İstanbul’da gizli bir buluşma gerçekleştirdikleri iddiası da tartışma konusu oldu. CHP kaynakları bu görüşmenin Sezer’in Anayasa değişikliğini veto ettiği 19 Aralık 2002 tarihinde yapıldığını öne sürerken, AKP’ye yakın kaynaklar ise görüşmenin Anayasa değişikliğinin ardından 23 Şubat 2003’te yapıldığını savundu.
“Baş başa görüşmenin ayrıntıları muamma olarak kaldı…
“Tarih: 24 Temmuz 2007
“Zülfü Livaneli Vatan gazetesindeki köşesinde, 2002’deki Erdoğan-Baykal görüşmesinin perde arkasını yazdı:
“Deniz Bey lütfen hatırlayın: 19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik. Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum. Abdullah Gül başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.
“Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın ‘milletvekili olmadan başbakan olma’ önerisini reddetmişti. Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz ‘Tayyip Erdoğan başbakan olacak!’ diye tutturdunuz.
“Sizi ‘çok tehlikeli bir oyun bu!’ diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, ‘Hayır!’ dediniz ‘iki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.’
“Sizin bu iddianıza karşı ben ne dedim: ‘Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi Ilımlı İslam Cumhuriyeti yapma programı.
“Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek. ‘İki ay dayanamaz’ iddianızı, ‘Görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar’ tezine oturttunuz. Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu işbirliğini daha sonra da sürdürdünüz.
“O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.
“Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.
“Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.
“Tartışmanın sonunda dediniz ki: ‘Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rötuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?’
“Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.
“Ve düşünün; Meclis grubunda ‘Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı bir itirazı olan!’ diye bas bas bağırmanıza değdi mi?
“Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.) Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan. Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı Meclis’e sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu. Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.
“Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. ‘Öyle değildi. Böyle konuşmadık.’ deyin.
“Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkar edin. Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.
“Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.
“Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.
“Tayyip Erdoğan’ın % 34 oyla Meclis’in üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz. Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti.
“Tayyip Erdoğanların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçeklerin en büyük şansı sizdiniz. CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.
“Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen Partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.
“Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.
“Size defalarca ‘bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!’ dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.
“Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsüm Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.
“İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada. Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de partinize inanan sosyal demokratlara. Artık bundan sonra istifa etseniz de bir istifa etmeseniz de. “Bad-el harabül Basra!..”
“Ağır ve sert bir yazıydı. Ama sormak durumundayız:
“Erdoğan ile Baykal’ı hangi güç yan yana getirdi?
“Erdoğan 3 Kasım seçimleri öncesi ve sonrasında alelacele AB üyesi 14 ülkeye gitti; Kopenhag Zirvesi’ne katıldı.
“Ve kuşkusuz ABD’ye gitti. ABD gezisi tüm gerçeği gözler önüne serdi…
“Türkiye’nin ABD’deki Büyükelçisi Faruk Loloğlu, “siyasi yasaklı” Erdoğan’ın Washington’a gelip görüşmeler yapacağının söylenmesi üzerine, “Şu anda, en az 100 devlet başkanı randevu bekliyor, kaldı ki Tayyip Erdoğan ne devlet başkanı ne de Başbakan. Bu işler işadamlığına benzemez.” demişti.
“Sonra ne oldu?
“Erdoğan, Cüneyd Zapsu ve ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in önayak olmasıyla, Beyaz Saray’da özel protokolle karşılandı ve George W. Bush ile görüştü!
“İddiaya göre Bush görüşmede, “Ben, bir tek Tanrı’ya inanıyorum; sizin de öyle olduğunuzu duydum. Tanrı’ya inanan iki insan olarak, birlikte çok iyi çalışabileceğimizi umuyorum.” dedi. (Bir Liderin Doğuşu, s. 349)
“Türkiye’de ise gazeteler manşet atıyordu: “Muhtar bile olamaz!”
“Bilmiyorlardı…
“Okyanus Ötesi’nde başka “manşetler” atılıyordu…
“Bunu açmalıyım…
“Siyasi yasaklı” Erdoğan’ın Beyaz Saray’da devlet protokolüyle karşılanmasının ne anlama geldiğini; 2003 tarihli “Rand Corporation” tarafından hazırlanan “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” başlıklı 88 sayfalık rapor ortaya çıkardı:
“Rapora göre, dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernler (Ilımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılıyordu.
“1. Köktendinciler: İslam’ın şiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya özellikle ABD’ye, düşmanlık hisleri beslemektedirler.
“2. Gelenekçiler: İslam dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Köktendincilere kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu grup da, demokratik İslam’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için uygun düşmez.
“3. Modernistler (Ilımlı İslam): İslam’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda eylemli bir arayış içerisindedirler. Hz. Muhammed dönemindeki uygulamaları değişmez esas olarak kabul etmekle birlikte, o günlere ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığının da farkındadırlar. Temel değerleri; bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslam dünyasının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu nedenlerle ılımlı İslam, Demokratik İslam’ın örneği ve esas vasıtası olmak için en uygun olanıdır.
“4. Laikler: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamusal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık genellikle yarı demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik gruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir.
“Bakınız…
“Hiç öyle gizli saklı yapmıyorlar bu işleri.
“Rapor açık açık neler yapılması gerektiğini belirliyor:
“1. Önce Ilımlı İslam’ı destekle. Bu kapsamda; özellikle mali destek sağla, liderlik modeli oluştur ve bu modele uygun liderler belirle. İslam’da devlet ve dinin ayrı tutulabileceğini, bunun inanca zarar vermeyeceğini, aksine onu güçlendireceği fikrini destekle.
“2. Gelenekçilerin kusurlarını eleştir ancak onları köktendincilere karşı destekle. Sufiliğin kabulünü ve popülerliğini teşvik et. Modernistlere yakın görünüşten gelenekçilerin, modernistler ile ortak hareket etmelerini destekle.
“3. Köktendincilerle mücadele et. Bu kapsamda; yasadışı faaliyetlerini açığa çıkar, yaptıkları şiddet eylemlerinin olumsuz sonuçlarını gündeme taşı, kahramanlaştırılmalarını önle.
“4. Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bu kapsamda; köktendinciliğin ortak düşman olarak algılanmasını teşvik et, milliyetçilik ve solculuk temelinde ABD karşıtı güçlerle bağlaşma oluşturma heveslerini kır.
“Uzun uzun yazmaya gerek var mı?
“Listeye bakın, Türkiye’nin 2000’den sonraki sürecinde perdenin arkasında kimlerin olduğunu anlarsınız.
“Ne yazıyorlar; Erdoğan şöyle “Kahraman” böyle Kasımpaşalı “yiğit”!
“Hadi leen!..
“Kimin ne yaptığı ortada; “sihirli el” sırıtıyor!” (Soner Yalçın, agy, s. 205-212)
Çok net bir şekilde görüldüğü gibi, Deniz Baykal ihanet anlaşmasının kendisine yüklediği görevleri tam anlamıyla eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Hem de diğer parti yöneticilerinin aksi yöndeki tüm eleştiri ve uyarılarına rağmen. Sözleşmesine sadık davranıyor hain. Sanıyor ki ihanet süreci tamamlandığında kendisini Çankaya’ya oturtacaklar.
Gördüğümüz gibi bu sermayenin burjuva siyasetçileri; makam için, koltuk için her türlü ihanete, namussuzluğa, alçaklığa teşnedir. Yeter ki kendilerine ABD’li efendileri tarafından bir yem uzatılsın.
Sürecin sonunda, tanık olduğumuz gibi, ABD ve Tayyipgiller, Baykal’ın ağzının ortasına katır çiftesini yapıştırıyorlar ve Baykal kıçının üzerine oturuyor. Ha, Baykal da haindi ama CHP tabanından gelebilecek baskılardan dolayı sözleşmede şart koşulan ihanetleri süratle ve tereddütsüz gerçekleştirmekte kendisine düşen görevi yapmakta ayak sürüyebilirdi ya da mızmızlanabilirdi. İşte o sebepten Baykal yaptığı ihanetiyle baş başa kaldı. İşin tuhafı, sonunda başka bir ahlâksızlığı gündeme getirilerek kaset operasyonuyla CHP tepesinden de alaşağı edildi. Bu operasyonda esas hedef Baykal’dan ziyade çevresindeki etkin konumda olan ulusalcı yöneticiler, milletvekilleriydi. Onların tasfiyesi amaçlanmıştır öncelikle. Onların yerine de bugünkü Sorosçu-TESEV’ci, Sevrci hainlerden derleşik ve TR 705 gibi resmi ajanlardan, Murat Özçelik gibi Amerikanofillerden ve Mehmet Bekaroğlu gibi tüm ömrünü Mustafa Kemal, Laik cumhuriyet ve Türk düşmanlığıyla geçiren uşak Ortaçağcılardan oluşan şebeke getirilmiştir. Bunların görevi Türkiye’nin Yeni Sevr bataklığına itilmesinde AKP’ye Meclisteki diğer muhalefet partileriyle birlikte yardımcı olmaktır.
Baykal’ın yerine yine bildiğimiz gibi Sabahattin Zaim’in İngiliz ajan üniversitesi Exeter’a pazarladığı Abdullah Gül gibi sıfır numara İngiliz ve Amerikan ajanı bir kişi getirilmiştir. Bilindiği gibi bu kişi 2 Nisan 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel’la 2 sayfa 9 maddelik Sevr benzeri bir ihanet anlaşmasını imzalamıştır. Gül de Tayyip gibi ABD’li efendilerine hizmette ve Türkiye’ye ihanette hiçbir sınır tanımaz. Tayyip’ten farkı denge sorunu yani psikiyatrik bir sorunu olmamasıdır.
Zülfü Livaneli’den yaptığımız aktarmada yazar şöyle bir görüş ortaya atmaktadır:
“Başbakan olmak Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir.”
Bu anlayış da ne yazık ki Zülfü Livaneli’nin gerçek demokrasinin ne olduğunu bilmediğini gösterir:
İşin biçimcil yönüne bakalım: Soner Yalçın, aktarma yaptığımız kitabının önceki bölümlerinde Tayyip Erdoğan’ın 1 milyar dolar civarında vurgun yaptığını kanıtlarıyla birlikte ortaya koymaktadır. Şimdi böyle bir insanın nerede olması gerekir?
Hırsızlıklarının bedelini ödemesi için cezaevinde. Hem de en azından 30-40 yıllık ağır mahkûmiyete uğramış olarak. Bunun yargı sürecinden kurtulması ayrı bir hukuksuzluk olayıdır ve onu kurtaran kişiler de, mahkemeler de ayrı bir suç işlemişlerdir. Öyleyse bu kişinin hukuka uygun çalışan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önüne acilen çıkarılması gerekirdi. Hâlâ da gerekir bizce.
İkinci olarak Türkiye’de ve dünyada 20’nci Yüzyılla birlikte zaten burjuva demokrasisi bitmiştir. Finans-Kapitalin azgın vurgunu, zulmü, tahakkümü ve tüm bu yaptıklarını gizleyebilmek için de halka yönelik aldatmacası-kandırmacası vardır. Bunun adına biz “demokrasicilik oyunu” diyoruz.
Tüm sermaye örgütleri ve medya hatta adliye mekanizması arkasında olan Tayyip Erdoğan’la, onun AKP’siyle; bizim gibi bir avuç insanın yüreğindeki inançtan ve beynindeki teorik bilinçten başka hiçbir şeyi olmayan ve yerli-yabancı tüm sermaye güçlerinin düşman olduğu bir partinin aynı seçimlere girip yarışmasında bir hakkaniyet, eşitlik, adalet olabilir mi hiç? Böyle bir demokrasi olur mu hiç?
Bu bir hiledir, tuzaktır, aldatmacadır, kandırmacadır, düzendir ve namussuzluktur.
Eğer sadece sandık sonuçlarıysa demokrasinin ne olduğunun ölçütü, o zaman 1946 sonrasının en demokratik yoldan seçilen, en demokrat devlet başkanının Kenan Evren’in olması gerekir. 12 Eylül Faşist Darbesinin önderi Kenan Evren’in olması gerekir. Ve ABD’nin direktifleri doğrultusunda hazırlanan 12 Eylül Anayasasının da aynı dönemin en demokratik anayasası olması gerekirdi. Neyse, geçelim…
İhaneti, vatan satıcılığı böylesine somut, elle tutarca ortaya çıkmış olan kanıtlarla ve canlı tanıklarla bilinir olmuş Deniz Baykal’dan yaptığı aşağılık işin hesabını sorabilecek, yüzüne tükürebilecek bir tek içtenlikli, inançlı, yiğit CHP’li yok mu yahu!..
CHP’nin mirasını tüketen bu Amerikancı hainlerden hesap sorulmalıdır
Bu ahlâksız ve işbirlikçi haine; “Ey hain nedir bu yaptığın?”, diyebilecek bir tek babayiğit çıkmayacak mı CHP’den?
Eğer öyleyse yazık… Çok yazık…
Ve öyleyse Sorosçu, TESEV’ci Kemal ve kendisi gibi sefaletlerden derleşik ekibinden de hesap soracak kimse çıkmaz.
Ey rahmetli babacığım neredesin? Hey babacığım, iyi ki üyesi olduğun ve bir ömür boyu gönül verdiğin CHP’nin bu hallere düştüğünü Hacı Fettah Mezarlığı’na gidip yattın da görmedin.
Adım gibi biliyorum, yaşasaydın ve sağlığın elverseydi eğer, yürüyecek durumda olman bile yeterliydi, hiç duraksamazdın bu durumları duyup görünce.
Bozkır depmesi külotlu efe pantolonunu bacaklarına geçirir, üzerine Suriye kaçağı kruvaze ceketini giyer, boyun bağını boynuna dolar ve kasketini çekerek CHP’nin kapısına dayanırdın. “Ulan bu ne halt etmektir. Mustafa Kemal, İsmet Paşa Partiyi bu hale getiresiniz diye mi miras bıraktı size? Bu millet, bu hainlikleri, bu namussuzlukları yapasınız diye mi bunca oyu verip meclise gönderiyor sizi?”, der ve tükürürdü bunların suratına.
Çağrışım oldu: Rahmetli babam, köyden göçüp şehre geldiğimiz aylarda bitişik komşumuz, yine rahmetli Pekmezci Mehmet Ağa’nın (Ağa bizim oralarda Abi yerine kullanılır) şu teklifiyle karşılaşır:
“Yahu Yakup Ağa” der Pekmezci Mehmet Ağa, “gel seni de bizim köylüler gibi bir devlet kurumuna yerleştirelim.”
Babam:
“Ulan Mehmet, benim diplomam yok, bir şeyim yok. Okuma yazmayı askerlikte öğrendim. Devlet işini nasıl yapacağız biz?”
“Sen işin o tarafını karıştırma.”, der Mehmet Amca. “Sanki benim ve bizim Hatunsaraylıların var mı? Bizim Kara Mustafa hiç bunlara takılmaz halleder işi.”
Kastettiği, Demokrat Parti Konya Milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın kardeşi, Konya’nın ünlü kapalı çarşısı olan “Saray Çarşısı”nın kardeşiyle ortaklaşa sahibi olan Mustafa Güzelkılıç’tır. 1950’li yıllardır, DP iktidardadır. Kara Mustafa bugünkü Tayyipgiller’in illerdeki yöneticilerinin yaptığı işlerin aynısını yapmaktadır. O bakımdan onun her telefonu karşı konulamaz buyruk mertebesindedir yerel yöneticiler için. Giderler Saray Çarşısı’na. Mehmet Amca tanıştırır babamı.
“Bizim bitişik komşu. Köyü de köyümüzün bitişiği üstelik.”, der. (Eksile, bugünkü adıyla Çatören). İstenileni de söyler Mehmet Amca.
“Kolay”, der Kara Mustafa; “Hallederiz Yakup Ağa’nın işini.”
O arada sorar:
“Yakup Ağa da bizim partiden değil mi?”
Mehmet Amca durumu bildiği için yüzüne bakar babamın.
Babam; “Yo”, der “Ben Halk Partiliyim. Partiye de üyeyim. Sadece oy vermekle kalmam.”
Kara Mustafa:
“Bundan sonra oradan istifa edip bizim partiye üye olacaksın Yakup Ağa. Oyunu da buraya vereceksin. Bak ekmeği buradan yiyeceksin artık.”
Rahmetli babacığım yüzüne kırbaç yemiş gibi olur.
“Ulan”, der; “sizin partinizin de, iş için, menfaat için partisini değiştirenin de…” Galiz bir küfür savurur.
“Mehmet, niye getirdin beni böyle adamların yanına.”, der ve çıkar gider oradan.
Pekmezci Mehmet Amca da çalıştığı işyerinde bu Güzelkılıç’ların babasının birçok köyün arazisini zapt etmiş bir toprak ağası olduğunu, köylülerin onun bu zulmüne dayanamayarak isyan edip onu öldürdüklerini anlatır iş arkadaşlarına. Bu da Kara Mustafa’nın kulağına gelir. Mehmet Amca da anında işten kovulur. O da köydeki sınırlı sayıdaki tarlasını yarıcıya vererek oradan gelen ekmeklik, bulgurluk, un ve buğdayla bir de yoksul mahallemizde açtığı küçük bakkal dükkanından gelen gelirle geçimini sürdürdü. 5 çocuğunu yetiştirip büyüttü…
Sonrasında sevgili, mert babacığım dört çocuklu ailesini, bildiği, şehirde yapabileceği tek işi yaparak, aile ekonomisi biçiminde yaptığımız büyükbaş hayvan besiciliğiyle geçindirdi.
Yine bir çağrışım daha oldu. Babam, Dereli (Konya Bozkır İlçesinin Kasabası) Efe Dayı’nın ya da Mustafa Efe’nin oğluydu. Cesareti, yiğitliği, mertliği, ataklığı ondan öğrenmişti.
Burada bugünkü Tayyipgiller’in kendi öncülleri olarak sürekli andıkları ve öğündükleri 1946 Hareketinin yani Demokrat Parti adlı Finans-Kapital hareketinin sınıfsal yapasını anlatması açısından dedemin ve babamın bir anekdotunu da nakledelim:
DP iktidarı yani Bayar-Menderes Hükümeti tam anlamıyla bir ABD yapımı Finans-Kapital+ Tefeci-Bezirgan iktidarıydı. Olay şu:
Yıl 1928 veya 1929. DP Konya milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın babası Hatunsaraylı Bahri Ağa köyün ağasıdır. (Ağa burada gerçek anlamda arazi sahibi Tefeci-Bezirgan anlamındadır.) Bahri Ağa, kendi köyündeki yoksul köylülerin toprağını önemli ölçüde gasp ettiği gibi komşu üç köyün; bizim köy olan Eksile’nin, Çomaklar’ın ve Sadıklar’ın yoksul köylülerinin arazilerini de ele geçirmiş durumdadır. Özel silahlı adamları, yanaşmaları vardır. Tabiî ırgatları da…
Köylüler, yoksulluktan, açlıktan kıvranmaktadır. Ama ağaya da karşı gelmek, kelleyi ortaya koymayı gerektirmektedir. Onu da o güne kadar göze alamamıştır kimse.
Köylülerin yaşlı ve görmüş geçirmiş olanları dedeme gelirler:
“Bu duruma bir çare bulabilir miyiz Efe Dayı?”, derler.
Dedem, seferberlik ilan edildiğinde babamı ninemin karnında üç aylıkken bırakıp Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ve onu takip eden Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza katılmak üzere cepheye koşar. Ve 8 yıl sonra döner köyümüze. Döndüğünde babam 7 yaşında bir oğuldur. Cephede sayısız yoldaşı Mehmetçiği şehit vermiş, yine sayıya gelmez emperyalist işgal ordusunun askerini haklamıştır. Yani o kadar çok ölüm ve kan görmüştür ki, artık ölüm onun için sıradan bir şey olarak algılanmaktadır.
İnsan bu kadar yıl ölümle iç içe yaşayınca köye döndüğünde çiftçilikle uğraşmak artık ona ağır gelir. Dedem de birkaç yıl sonra, babam 12 yaşına geldiğinde, çifti çubuğu, ekini harmanı babamın omuzlarına yıkıp, sorumluluğuna verip geçmiştir. Artık belinde tabancası, omzunda mavzeri, kendisi gibi Ulusal Kurtuluş Savaşçısı arkadaşlarıyla o köy senin bu köy benim ahbap ziyaretleri yapmakla vakit geçirmektedir.
İşte bu yapı ve anlayıştaki bir insan, önüne böylesine haklı ve meşru bir dava konulunca, kuşkusuz bundan bana ne, kendi başınızın çaresine bakın diyemez. Nitekim diyememiştir de…
“Gidin, eli silah, taş, sopa tutan yediden yetmişe ne kadar erkek varsa toplayın. Filan gün sabah vakti filan yerde buluşacağız. Ama bu vasıftaki herkes gelecek. Gelmeyene toprak yok.”, der.
3 köyün erkekleri belirlenen yer ve saatte buluşurlar. Tabiî bu çalışmadan Bahri Ağa’nın da haberi olmuştur. O da adamlarıyla birlikte, bu köylülerin bir hareketi olursa karşılık vermek üzere hazır beklemektedir. Dedemin önderliğinde toplanan yoksul köylüler, Bahri Ağa’nın Hatunsaray köyüne doğru yürüyüşe geçerler. Ağanın gözcüleri haberi ulaştırır. Ağa da silahlı adamlarıyla birlikte hareket eder. İki köyün arasında bir yerde karşı karşıya gelirler. Ağa tarafından birkaç kez korkutup ürkütme ve bozgun yaratma amacıyla tüfek patlatılır. Fakat dedem tuttuğu yoldan dönücü ve başladığı işi yarım bırakıcı değildir. Hiç aldırmadan yürür. Tabiî köylülerimiz de.
Karşı karşıya gelir taraflar. Bahri Ağa adamlarının önündedir.
Böylece de ölümcül yanlışını yapmış olur. Çünkü karşısındaki köylülere komuta eden adamın niteliğini bilmemektedir. O güne dek yaptığı gibi, ben bunları kuru gürültüyle korkutup köylerine döndürürüm. Sonra da bildiğimi yaparım, diye düşünmüştür.
Durun! Diye bağırır elini kaldırarak isyancı köylülere. Bu son sözleri olur.
10 yıllar boyunca haksızlığa uğramanın, ezilmenin, aşağılanmanın verdiği hınç ve kinle dolu köylüler hiç aldırmazlar bu söze. İsyancıların ileri gelenleri “vurun ulan”, der.
Tüm isyancılar kaptıkları taşları yağmur gibi yağdırırlar ağanın üzerine.
Babam da oradadır ve 13 yaşındadır. Olayı bütün canlılığıyla yaşar. Ve bana her seferinde aynı heyecanı duyarak anlatırdı.
Köylüler ellerine ilk gelen taşlarla saldırırlar ağaya. Öyle ki yağmur gibi yağar taşlar. Babam burayı şöyle naklederdi:
“Bir iki taştan sonra Bahri Ağa yıkıldı yere. Ve birkaç dakika içinde ağanın üzeri bir metre yüksekliğindeki bir çoka (taş yığını) oluşturacak şekilde taşla kaplanmıştı, Bahri Ağa’nın.”
Bunu gören adamları, yüzgeri edip kaçmakta bulurlar kurtuluşu…
Köylüler, o güne kadar uğradıkları zulmün kendilerine verdiği acı ve öfkenin tesiriyle sadece kendilerinin tarlalarını kurtarmakla yetinmezler. Ağanın Hatunsaray köyünün yakınına kadar olan bölgedeki topraklarını da ele geçirirler. Ve paylaşırlar aralarında.
Bu hazin son, ağanın çocuklarında panik durumu yaratır. Köyü terk ederek şehre gelirler. Ellerindeki nakitle bir han satın alırlar ve onun işletmeciliğini yapmaya başlarlar. 1946’ya kadar yürütürler bu işi.
Bayar’lar, Menderes’ler DP’nin Konya’da kuruluşunu yapmaya geldiklerinde onları ilk karşılayan ağanın hancılıkla uğraşan Muhittin ve Mustafa adlı oğulları olur. Sonrasında da bilindiği gibi Muhittin, Konya milletvekili seçilir DP’den. DP dönemince Konya ondan sorulur hale gelir artık.
Burada şu noktayı da belirtelim: İsyan sonrasında dedem, birkaç köylü yoldaşıyla birlikte tutuklanır. Hapis yatar bir süre. O günlerde ağanın artıkları bir mahkum satın alarak cezaevinde öldürtmek isterler. Dost görünümünde yaklaşır, yakınında olur kiralık mahkum.
Dedem ranzanın üst katında kalıyormuş. Bir keresinde oradan aşağıya inerken kiralık kişi şişi dedemin karnına vurur. Fakat şiş tam da beldeki palaskanın üzerine gelir ve delip geçemez içeriye. Dedem hemen atlar üzerine ve yıkar yere. Vurur birkaç darbe. Diğer mahkumlar alırlar elinden. Bir daha da böyle bir şeye teşebbüs edemez ağanın ardılları. Dedem de zaten çok yatmaz. Çünkü kavga köy kavgasıdır. Fail belirsizdir. Böylece de kim vurduya gitmiş olur Bahri Ağa.
Konuyu biraz dağıtır gibi olduk belki. Ama DP’nin devamı olan AP’nin DYP’nin, ANAP’ın, Molla Necmettin’in partilerinin ve en son Tayyipgiller’in nasıl bir kökene, nasıl bir vurguncu asalak, sömürgen, insan düşmanı sınıf yapısına sahip olduklarını göstermesi açısından bizce önemli bir örnektir, olaydır bu. Dikkat edersek, Tayyipgilleri’in de ruhiyatları tümüyle Bahri Ağa’nınkiyle, Bayar Menderes’lerinkiyle birebir aynıdır. O yüzden bunlar birbirinin izini sürmektedir ve birbirine övgüler düzmektedir.
Neyse dağıtmayalım konuyu…
Sonuç olarak:
Bu CHP, ihanetten, Yeni Sevr sürecini yürütmekte olan Tayyipgiller’in AKP’sine payanda olmaktan ve gün be gün çözülüp erimekten başka hiçbir yere gidemez… 05.01.2015