Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut’un 28 Mayıs Seçimine yönelik değerlendirmesi
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Seçimleri geride bıraktık ve ne yazık ki Tayyipgiller bir kez daha halkımızı Allah’la aldatmayı başardılar. Ve seçimleri kazanmış göründüler…
Aslında Tayyip ve avanesi kazanmadı. Kılıçdaroğlu ve onun Yeni CHP’si kaybetti sadece. Biz böyle bir sonuçla karşılaşacağımızı inanın adımız gibi biliyorduk. Ve bu felaketten sakındırmaya çalıştık ülkemizi ve Yeni CHP’nin yöneticilerini. Ne yazık ki sesimizi dinleyen olmadı. Kılıçdaroğlu adaylığını ilan ettikten sonra art arda yazılar yazdık.
3 Mart 2023 tarihli yazımızın başlığı:
“Koltuk hırsından vazgeç, kazanması kesin görünen İmamoğlu’nu aday göster. Aksi halde Tayyip’e bir seçim daha hediye etmiş olursun.”
Bakın ifade net, belirleme kesin…
İki gün sonra, 5 Mart 2023 tarihli yazımızın başlığı:
“Kılıçdaroğlu, seni son kez uyarıyoruz. İnadından vazgeç, kazanması kesin görünen İmamoğlu’nu aday göster. Tayyipgiller’in bu seçimi de kazanması Türkiye’nin felaketi olur.”
Ve yine aynı gün bir yazı daha yayınlamışız, 5 Mart yine:
“Bu ABD devşirmesi, Sorosçu Hafız’ın derdi (Kılıçdaroğlu’nu kastediyoruz) Tayyipgiller’i devirmek değildir. Bu karanlık figür ‘acaba CB koltuğu kapabilir miyim’ diye zar atmaktadır.”
Durum bizce böylesine bilinir olunca, karşılaştığımız sonuç da hiç şaşırtıcı olmadı bizim için, arkadaşlar.
Peki, biz neden bu tespitte bulunduk ve bu felaket gerçekleşti?
Bir kere Kemal Kılıçdaroğlu lider kalibresine, kişiliğine sahip bir insan değil. Gerçek bir liderde bulunması gereken zekâ yok, cesaret yok, bilgi ve bilinç yok. Öyle olunca Türkiye gibi, olayların çok karmaşık yaşandığı ve hızla aktığı bir ülkede bu çapta bir insanın olayları görüp kavraması, anlaması, değerlendirmesi, ondan doğru sonuçlar çıkarması olası değil.
Böyle bir insan ne olur?
Kendisini o koltuğa getirenlerin ve çevresindekilerin kullanımına, yönlendirmesine açık bir zavallı kişilik olur. Kılıçdaroğlu da bunu yaptı.
Bir diğeri, bu insan gerçek CHP’li değil…
Her şeyden önce, Antiemperyalist Birinci Kuvayimilliye’ye ve Kurtuluş Savaşı’mıza karşı, düşman. Onun önderlerine, Mustafa Kemal, İnönü ve onların geleneğine düşman, karşı. Ve karşı olması şu boyutlarda ki, bu şahıs Birinci Kurtuluş Savaşı’mızı, Osmanlı’yı da dâhil etmek kaydıyla Kurtuluş Savaşı’mızın önderlerini, yani 1915’ten 1923’e kadar olan süreci reddediyor. Ve bu süreçte yaşananları, Osmanlı’nın ve Kuvayimilliyeci Atalarımızın, Mustafa Kemal’lerin ve İnönü’lerin yaptıklarını “Ermeni Soykırımı” olarak değerlendiriyor. Ama bunu açıkça söylemiyor, bu ihanetini karnında taşıyor.
Peki, biz bunu nereden biliyoruz?
Bunu kendisi söylemiyor ama seçtirdiği milletvekilleri bunu savunuyor, açıkça söylüyor.
24 Nisan Soykırım Anması eylemine katılan milletvekilleri; Sezgin Tanrıkulu, Şafak Pavey, Umut Oral, Süleyman Çelebi, Kadir Gökmen Öğüt, Hüseyin Aygün, arkadaşlar.
Yine bunun bir milletvekili vardı değil mi arkadaşlar: Selina Doğan… Ermeni Soykırımı yalanını savunmakla, Osmanlı ve Kuvayimilliyeci Atalarımıza düşmanlık gütmekle kafayı bozmuş bir hanımdı bu. Aynen şöyle diyor, Sorosçu Kemal bunu milletvekili seçtirince:
“Milletvekili adaylığımın Ermeni Soykırımının 100’üncü yılına gelmesinin simgesel anlamı var. Bunun CHP’ye olumlu yansımaları olacak.”
İşte bu, arkadaşlar; Sorosçu Kemal’in karnında taşıdığı ihanet ve böyle milletvekillerine itiraf ettirdiği ihanet. Selina Doğan’ın bir de eşi var, Erdal Doğan. O da aynı şekilde Ermeni Soykırım yalanını savunmakla ve Türk düşmanlığıyla kafayı bozmuş bir şahıs. Oda TV yazarlarından Suat Çağlayan, bu şahsın yaptıklarını şöyle maddeleştirmiş:
“1- Ermeni olaylarının bir soykırım olduğunu kanıtlamak ve uluslararası hukuk mekanizmalarını bu yönde harekete geçirmek için büyük gayretler göstermiştir.
“2- Türkiye’yi kültürel soykırım yapmakta olduğu iddiasıyla, uluslararası mahkemelere şikâyet etmiştir.
“3- Dersim Olaylarının bir soykırım olduğunu iddia eden yazılar yazmıştır.
“4- ‘Atatürk, Dersim Soykırımının siyasi sorumluluğunun tartışmasız birinci dereceden sorumlusudur’, diye yazmıştır.
“5- ‘Son yüz yıl içinde Dersim Soykırımının en başarılı aktörü, kuşkusuz CHP’dir’, demiştir.
“6- Zirve, Poyrazköy, Balyoz gibi davaların Ermeni kumpasıyla birleştirilmesi ve yurtseverlerin ağır cezalara çarptırılması için büyük çaba göstermiştir.”
İşte TESEV’ci, Sorosçu Kemal’in Meclise taşıdığı kişilerin zihin ve ruh dünyası budur. Bu kişiler Osmanlı Atalarımıza ve Kuvayimilliyeci Atalarımıza düşmanlıkla kafayı bozmuş, emperyalistlerin safına geçmiş, onların çıkarına hizmet eden hainlerden derleşiktir.
Bununla yetinmiyorlar, atalarımızı Pontus Soykırımı yapmakla suçluyorlar, Dersim Soykırımı yapmakla suçluyorlar. Dolayısıyla da bunlar hem Kuvayimilliyeci Atalarımıza hem Kuvayimilliye Önderlerine ve onların gerçek CHP’sine karşılar, düşmanlar.
Ve biliyorsunuz, Kılıçdaroğlu Amerikalılar tarafından 2008’den itibaren çalışma başlatılarak 2010’da CHP Genel Başkanlığına getirilen bir Amerikan devşirmesi. Bunun kanıtlarını, belgelerini, tanıklarını daha önce anlattık. Öyle olunca, bu şahıs CHP’yi tümden Mustafa Kemal ve İnönü geleneğini savunan insanlardan ayıkladı.
Zaten kendisi de ne dedi?
“Biz 30’ların, 40’ların CHP’si değiliz. Biz yeni bir CHP’yiz, biz değiştik”, filan dedi. Yani inkârını tevil yoluyla da olsa açıkladı, ortaya koydu, arkadaşlar.
Yine TR- 705-Sezgin Tanrıkulu; açık CIA Ajanı yahu… Yani CIA kayıtlarında “TR-705” diye tescilli, kayıtlı bu adam. Bunu yıllardır milletvekili olarak yanı başında tutuyor.
Mehmet Bekâroğlu…Yahu bu, ömrünü Kuvayimilliyeci Atalarımıza ve Mustafa Kemal’e “Kefere Kemal” diyerek geçirmiş bir adam. Bunu getirip parti yönetimine koyuyor.
Ünal Çeviköz denen bir ajan, Amerikan Ajanı… Getiriyor bunu danışman yapıyor. Ya bu adam bizi Ege’de, Akdeniz’de yayılmacılık, şovenlik etmekle suçluyor. ABD ve AB Emperyalistleri ve onların kuklası Yunanistan, Ege’yi tümüyle hakimiyetine almak istiyor. Ege’de 20 Ada’mızı, 2 kayalığımızı onlara güvenerek işgal etmiş. ABD ve İsrail yine Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimiyle birlikte Akdeniz’i tümüyle işgal edip bizi sınırlarımız içine hapsetmek istiyor. Bu Ünal Çeviköz denen adam; “Mavi Vatan’dan vazgeçelim yoksa saldırgan bir politika izlemiş oluruz”, diyor. Yani bu adam Türkiye’ye çalışmıyor yahu. Türkiye Halkının ve vatanının düşmanı bu adam… Bunu danışman yapıyor.
Tuncay Özkan… E, karanlık bir adam. Bunu getirip danışman yapıyor ve medya yöneticisi olarak da medyasının başına getiriyor, ona teslim ediyor medyasını.
Şimdi böyle bir adam (K. Kılıçdaroğlu) ne yaptı?
CHP’yi ideolojisinden kopardı.
CHP’nin ideolojisi neydi?
Başında, yönetiminde Finans-Kapitalistler var ama tabanı ve taşra yöneticileri bizim küçükburjuva kesimler, katmanlar dediğimiz insanların çıkarlarını savunuyorlardı, arkadaşlar. Yani küçük esnafın, aydınların, memurların çıkarlarını savunuyorlardı. Yani kısmen de olsa Köylülüğün çıkarlarını savunuyorlardı ve kısmen de olsa İşçi Sınıfımızın çıkarlarını savunuyorlardı. Yani böyle bir ideolojiye sahipti eski CHP. Fakat K. Kılıçdaroğlu bu ideolojiden arındırdı CHP’yi.
Onun yerine neyi koydu?
Bir; yerli yabancı Parababalarının, tekellerin yani Uluslararası Emperyalizmin çıkarlarını ve yerli Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarlarını koydu onun yerine. Ve ikisinin sentezinden oluşan bir ideolojiye büründürdü CHP’yi. Ve bu CHP, tabiî ki yeni bir CHP oldu ama bu ideolojiyi savunan zaten sağ partiler vardı. Mesela Tayyipgiller ve insanlarımızı Allah’la aldatan Siyasal İslamcı partilerin tamamı Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarlarını savunurlar. Diğer modern görünümlü sağ partiler, hani “merkez sağ partiler”, onlar ise Uluslararası Emperyalizmin ve onun Türkiye’deki ortaklarının çıkarlarını savunurlar. Ve aynı zamanda Tefeci-Bezirgân Sermayenin çıkarlarını da savunurlar. Yani Türkiye’de egemen güçler, Finans-Kapitalistler ve onunla kaynaşık olan Tefeci-Bezirgânlardır. Ve onların sınıf çıkarları savunulur, bu partiler tarafından. Tabiî Finans-Kapitalistler hep hâkimdir, öbürleri yedek, ikinci plandaki, egemen gücün bileşenidir.
E, şimdi sağ partiler tarafından o cephe zaten doldurulmuştu. Yeni CHP’yi de o ideolojiyle donattın mı, e, o zaman aslı var onların. E, sen onların savunduğunu aynen savunamazsın. Yani dincilik yarışında, insanları Allah’la aldatma yarışında onlarla başa çıkamazsın ve sana kimse inanmaz.
Böylece arkadaşlar; Yeni CHP eski CHP’yle tüm bağlarını kopardı. Bu nedenle de oy tabanını kaybetti büyük ölçüde. Ve Tayyipgiller’in bunca ihanetine, bunca vurgununa, bunca soygununa, bunca yalanına, bunca dümenine rağmen CHP’nin oy tabanı %25’te çakılıp kaldı. Çünkü inandırıcılığı kalmadı, ne tepedeki yöneticilerin, ne savunduğu düşüncelerin. Yani güvenilmez, ideolojice güvenilmez, lider kadrosu bakımından güvenilmez, ne idüğü belirsiz bir parti haline getirdi CHP’yi, Kılıçdaroğlu ve onun oluşturduğu ekip. Böyle olunca da başarısız olması kaçınılmazdı bunların.
Ve Amerika zaten Kılıçdaroğlu’nu ve ekibini niye işbaşına getirdi, CHP’nin başına getirdi?
Tayyipgiller karşısında, demokrasicilik oyununda onlara figüranlık yapsın diye, onların oyuncağı olsun diye. Bu sebeple, Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki bir CHP’nin başarılı olma şansı yoktur.
Siyaset nedir, arkadaşlar?
Devrimci Bilime göre yani Marksizm-Leninizme göre siyaset, sınıflar arasındaki savaştır, savaş demektir. Sen hangi sınıfın çıkarlarını savunduğunu netçe, bilimlice, bilinçlice kavramaz, programlaştırmaz ve onun doğrultusunda bir savaş yürütmezsen, başarılı olma şansın olmaz.
Biz, İşçi Sınıfının sınıf çıkarlarının temsilcisiyiz. İşçi Sınıfı aynı zamanda kendisiyle birlikte tüm ezilen, sömürülen, alınteriyle geçim sağlayan insanların çıkarını da savunur. O bakımdan biz Orta Köylülüğün, Yoksul Köylülüğün ve Esnafımızın, Aydınlarımızın, Bilim İnsanlarımızın çıkarlarını da savunan bir partiyiz.
İşte bu sebeple de, İdeolojimiz ve Hattımız net olduğu için bunu titizlikle koruyoruz. Çünkü ideolojisi bulanıklaşan bir parti yalpalar, yanlışlar yapar, hatalar yapar ve bozulmaya uğrar, giderek dejenerasyona, çürümeye uğrar. O bakımdan ideolojimizi gözümüz gibi savunmak, bizim en önde gelen görevlerimizden biridir. İşte bu bakımdan biz yapayalnızız ve hattımızda kesince, netçe ilerliyoruz bir başımıza.
Öbür yana baktığımız zaman, Tayyipgiller de bir savaş veriyor. Ve onlar da hatlarında kararlı. Bilinçli değil ama yetiştirilmelerinden kaynaklı. Yani daha üç yaşlarından itibaren onların kafasına yerleştirilen dünya görüşü, anlayış Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarlarını savunmayı öğretiyor ve savunmayı anlatıyor onlara.
Dikkat edersek bunlar ulusal değerlere tümden karşıdırlar. Çünkü hepsi Ortaçağ’ın Ümmetçilik Konağının özlemi içindedirler. Ortaçağ’da milletler yoktu, bildiğimiz gibi. Milleti yani ulusu ortaya çıkaran, Burjuva Devrimleri olmuştur ve bu devrimler sonunda uluslar ortaya çıkmıştır.
Ondan önce ne vardı?
Ümmet vardı. Doğu, İslam Ümmeti; Batı, Hıristiyan Ümmetiydi.
İşte bunlar, altı bin yıllık Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çıkarlarını savunurlar. Ve o sınıfın ideolojisi de dindir.
Din neden onların ideolojisine uygundur?
Çünkü onlar Ortaçağ’da egemen, tek başlarına egemen sınıf idiler. Ve hep Ortaçağ’ın özlemi içindedirler. İşte o yüzden dine sarılırlar. Yani sınıf çıkarlarını din maskesi, din ambalajı, din sosu altında gizleyerek savunurlar onlar. İşte bu sebeple din, onların sınıf çıkarlarına uygun düşer ve onların ideolojisidir. Bundan hiç taviz vermiyorlar dikkat edersek.
Ve bu seçimlerde de dikkat edin; insanları, Allah’la aldattıkları 70-80 yaşında, yürümekte zorlanan, hatta koltuklanarak getirilen, koltuk değnekleriyle getirilen insanları bile seçim sandıklarının başına getirttiler, oy kullandırttılar. Bu sebeple oy kullanmayan 8 buçuk milyon insanımızın içinde Tayyipgiller’in taraftarı yoktur. Tayyipgiller, taraftarlarının tamamının yakınına oy kullandırttılar. Çünkü onlar o ideolojiyi savunuyorlar kararlıca, sistemlice. Yani Muaviye-Yezid Dinini savunuyorlar. O dinle insanlarımızı şartlandırıyorlar, uyutuyorlar, afyonluyorlar.
İşte o bakımdan, Tayyip ve avanesi bir savaş yürütüyor değil mi?
Kime karşı?
Kuvayimilliyeci Atalarımıza ve Laik Cumhuriyet’e karşı. Çünkü o “Darülharp” olarak görüyor Laik Cumhuriyet’i. Ve onu yıkmakla görevli hissediyor kendini. Türkiye’yi Ortaçağ’a götürmek, Taliban Afganistan’ına, Suudi Arabistan’ına götürmek, taşımak istiyor. Durup dinlenmeden bunun için uğraşıyor.
Bunların taraftar sayısı günbegün artıyor dikkat edersek, arkadaşlar.
Neden?
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın geçen yılın Haziran ayında yaptığı açıklamaya göre, yatılı Kur’an Kursu sayısı 2 bin civarındadır. Gündüzlü Kur’an Kurslarıyla birlikte toplam 40 bini buluyor bu sayı. Hukuk Profesörü Kemal Gözler’in araştırmasına göre, Türkiye’de toplam olarak 98 İlahiyat ve İslami İlimler Fakültesi var. 2021-2022 Eğitim öğretim döneminde bu fakültelere toplam 33 bin 202 öğrenci kayıt yaptırdı.
Demek ki, arkadaşlar; her yıl bu sayıda insan bu fakültelerden mezun oluyor. Diyanet’in personel sayısı 137 bin 563. İmam Hatip Okullarının sayısı 4 bin 413. Buralardaki öğrenci sayısı 1 milyon 224 bin 894. Ve İmam Hatip Okullarından her yıl ortalama 64 bin 500 öğrenci mezun oluyor.
Bu okullar ve bu sayıdaki öğrenciler neyi anlatıyor insanlara, halkımıza?
Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ideolojisini anlatıyor ve toplumu Ortaçağ özlemiyle afyonlayarak Ortaçağ’a götürmeyi amaçlıyor. Bir de tabiî 30 civarında tarikat ve bunlara bağlı 100’ün üzerinde cemaat var. Bunlar da aynı şeyi yapıyor. Bunların da sayısız yurtları var ve bu kadar insan Tayyipgiller’in profesyonel elemanları olarak gece gündüz çalışıyorlar ve halkımızı zehirliyorlar. İşte bu sebeple Türkiye günbegün Ortaçağ’a doğru sürüklenip gidiyor.
Karl Marks der ki; “İnsanları dini bir ruh durumu halinde tutarsanız, onları yarı afyonlanmış halde tutmuş olursunuz”. Yani insanlar afyonlanmış gibi, doğa olaylarını, toplum olaylarını aslında ne iseler oldukları gibi görüp kavramaktan alıkonuluyorlar. Göremezler, arkadaşlar, anlayamazlar. O zaman tepedeki Tefeci-Bezirgân Sınıfın, Parababaları Sınıfının temsilcileri onları kolayca aldatır, kolayca peşlerine takar. Bütün bu milyonlarca insan ve onların verdiği eğitim, insanlarımızda zihin hasarı yaratır.
Eğitimin birincil amacı, arkadaşlar nedir?
Sorgulayan bir akla, işleyen bir zihne, aydınlık bir düşünceye evlatlarımızın sahip olmasını sağlamaktır, birincil amaç.
İkincil amaç da evlatlarımıza insani, vicdani değerleri yüklemektir.
Gerisi tamamen çalışmakla, çabalamakla öğrenilir, ezberlenir, bellenir.
Ama bu iki amacı vermezseniz,
Bir; insanları düşünmekten, sağlıklı düşünmekten alıkoyarsınız.
İki; vatan ve halk sevgisinden mahrum koyarsınız, arkadaşlar.
İşte bu din okullarının ve diyanet personelinin verdiği eğitim bu her iki amaca da karşıdır.
Neden karşıdır?
İlahiyat Profesörü Mustafa Öztürk’ün de açıkça, netçe, “Kıssaların Dili”, adlı kitabında belirttiği gibi, Kur’an’ın üçte birini oluşturan kıssaların, mitolojilerin, söylencelerin herhangi bir tarihsel gerçekliği yoktur. Âdem ile Havva kıssası, Nuh Tufanı kıssası, Firavun’la Musa kıssası, Musa’nın kılıcını vurmasıyla Kızıldeniz’in ortadan ikiye ayrılması kıssası, Filistin’e gelince gökten bir tepsi içinde bıldırcın etiyle kudret helvası inmesi kıssası, bakire Meryem’in İsa’yı doğurma kıssası, Hızır’la Musa’nın yolculuğu kıssası ve bir çocuğun Hızır tarafından orada boynunun vurularak katledilmesi kıssası… Daha benzer kıssaların tamamı, tarihsel gerçekliği olmayan, Sümer, Asur, Babil, Hitit, Finike ve Yahudi kıssalarından oluşmuştur.
Şimdi bunlara inandınız mıydı; zihin hasarına uğratılmış olursunuz, işleyen bir zihin ortadan kalkar. Çünkü bunların, bu kıssaların akılla, mantıkla, bilimle, vicdanla herhangi bir ilgisi yoktur.
Mesela Nuh Tufanı’nı alalım.
Burada ne yapıyor Allah?
Nuh Kavmi’ne kızıyor, onu cezalandırmak istiyor. Ama o kavmi cezalandırmak için o kavmin tamamıyla birlikte dünyadaki tüm insanlığı, tüm hayvanları yok ediyor, yarattığı tufanla.
E, şimdi burada herhangi bir acıma, vicdan aranabilir mi?
Bunun var olduğunu kabul etsek, bunu yapan bir varlıktan daha acımasız, daha zalim bir varlık olabilir mi?
Ama insanlar bunu düşünemiyorlar; “yahi nasıl oluyor bu?”, diyemiyorlar. Yani bütün kıssalar aşağı yukarı bu çerçevede, bu kapsam içinde. Baktığımız zaman akılla, mantıkla, bilimle, vicdanla bir ilgisi, yakınlığı olmayacak şeyler.
İşte o yüzden durup dinlenmeden bu eğitimi veriyorlar insanlarımıza. Ve halkımızda ne yazık ki işleyen bir zihin oluşmuyor, sorgulayan bir akıl oluşmuyor. Dünya olaylarını, toplum olaylarını sağlıklı şekilde kavrayabilecek bir bakış, bir anlayış oluşmuyor. İnsanlar yarı narkozlu bir şekilde yaşamaya devam edip gidiyorlar, ömürlerini geçiriyorlar.
İşte bu yüzden CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller ne diyor?
“Kemalizm, çağını doldurdu”, diyor. “Artık size Liberal, Ilımlı İslam lazım”, diyor. Ve işte bu yüzden yine Graham Fuller’in şefliğinde, çünkü CIA’nın Ortadoğu Masası şefi oydu o yıllarda, “Yeşil Kuşak Projesi” oluşturuldu. Tüm İslam ülkelerini bir baştan bir başa bu Muaviye-Yezid Diniyle afyonlamayı amaçlayan bir proje oluşturuldu. Ne yazık ki o emperyalist haydutlar bunda başarılı oldular.
Şimdi bütün bunlara rağmen halkımızın yüzde 47’si hayır dedi, 25 milyonu oluşturan bir kesim, Tayyipgiller’in iktidarına ve Tayyip’in başkanlığına. 8 buçuk milyon insan da katılmadı. Yani bu tarafta, CHP tarafında güvenilir bir kişilik, bir kadro görmediği için, her ikisinden de uzak durayım dedi, sandığa gitmedi. Demek ki toplam Tayyipgiller’in kandırabildiği insanlar 27 milyon, kandıramadığı insanlar 33,5 milyon, arkadaşlar. Bütün bunlara rağmen… E, çünkü halkımız işsizlik ve pahalılık cehenneminde kavruluyor.
Bu seçimi CHP cephesinin ve Sorosçu Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesinin bir sebebi de onun Alevi inancına, mezhebine mensup olmasıdır.
500 yıldan bu yana ve özellikle bugüne gelirsek, işte bu saydığım bütün okullar, İmam Hatipler, İlahiyat Fakülteleri, Kur’an Kursları, tarikatlar, cemaatler, öğrettikleri Muaviye-Yezid Dininde bir de ne diyorlar?
Alevilik sapık bir mezheptir, Alevilik din dışı, İslam dışı bir mezheptir. Aleviler Hristiyan’dan bile daha kötü, daha uzak durulması gereken insanlardır. Alevilerin kestiği yenmez, sofralarına oturulmaz, onlara asla kız verilmez, onlar dini bilmezler, boy abdesti bilmezler. O bakımdan onlara asla yaklaşılmaması, uzak durulması gerekir…
İşte bu sebeple, kandırılan Sünni Mezheplere mensup insanlarımız bu dönemde ve yakın dönemde, yakın gelecekte Alevi bir insana oy vermezler. Hele Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi bir seçimde oy vermezler, işin bir de bu yönü var.
İşte biz bütün bunları gördüğümüz için, netçe bildiğimiz için Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansının yok gibi bir şey olduğu kanaatindeydik. Ama bütün bunlara rağmen, umutsuz bir çabayla da olsa ona oy verilmesi için taraftarlarımızı ve etkilediğimiz insanları yönlendirdik. Ve ne yazık ki korktuğumuz yahut da sakındırmaya çalıştığımız, insanlarımızı sakındırmaya çalıştığımız felaket gerçekleşti.
Peki, biz ne yapacağız, biz bundan olumsuz mu etkilendik?
Hayır. Bizim bildiğimiz bir şeydi bu. Ve biz devrimci mücadeleye girdiğimiz 1967 yılından bu yana işkencelerle de karşılaştık, sapık cellatların işkenceleriyle. Öğrencilik yıllarımızda her ay mutlaka bir kere Sirkeci Sansaryan Han’daki siyasi polisin, Sansaryan Han’ın en üst katındaki “Birinci Şube” adlı siyasi polisin odasına-bürosuna düşüyorduk ve orada işkencelerden geçiriliyorduk. Bizi getirdikleri zaman çember oluşturuyorlardı ve biz odaya girer girmez yumruklarla, tekmelerle saldırıyorlardı bize.
Bununla yetinmiyorlardı; falakaya yatırıyorlardı. Tabanlarımız somun ekmek gibi şişinceye kadar sopalarla vuruyorlardı tabanlarımıza, ayaklarımıza. Bıyıklarımızı demetiyle tutup, koparıyorlardı. Ve bununla da yetinmiyorlardı; bacaklarımızı açıp, hayalarımızı tekmelemeye çalışıyorlardı. Ve ben lise yıllarımda hem yaz tatillerinde inşaatlarda çalıştığım için, hem de spor yaptığım için güçlüydüm, bütün kaslarım güçlüydü. Ve bacaklarımı bütün gücüyle kavuşturarak o tekmelerden kendimi kurtarabiliyordum. Ve işte bu sebeple de okulu bitirir bitirmez hemen evlendim ve 9 yıl içinde 5 çocuk yaptık eşimle. Çünkü böylesi bir işkenceden yine geçirilebilirim ve doktor arkadaşların “steril” dediği kısır duruma sokulabilirim diye.
Yani bizi hiçbir işkence korkutamaz, sindiremez. İnancımızda, kararlılığımızda herhangi bir bozulma, sarsılma yaratamaz. 12 Mart Faşist Diktatörlüğünün zulmü, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünde idamla yargılanmamız bizde zerre miktarda bir endişe, bir korku, bir tereddüt uyandırmadı. Çünkü nasıl olsa herkes ölecek.
Ne diyor Hegel’in Diyalektik Mantığının en öz önermesi?
Aynen şunu:
“Var olan her şey, yok olmayı hak eder.”
Yani var olduk, var olduğumuz anda da yok olmayı hak ettik. Bu sebeple ölüm her canlı için kaçınılmaz. Ama bu kısacık hayatta önemli olan; insani değerleri, onuru, vicdanı, vatan ve halk sevgisini yüreğinde, bilincinde taşıyarak yaşamaktır. Ancak öyle bir hayat bize göre anlamlıdır, yaşamaya değerdir. Başka türlü bir hayat yaşamaya değmez bizim için.
Mal mülk peşinde koşmak, insanları ezmek, sömürmek utanç verici şeylerdir bizim için. Barış Manço’nun da dediği gibi; “Altı üstü beş metrelik bez”, bu dünyadan herkesin götürebileceği. Bu sebeple öyle mal mülk peşinde koşmak, lüks yaşam peşinde koşmak boş ve utanç verici şeylerdir, değersiz şeylerdir.
Hele hele insanları ezmek, onların alınterini sömürmek, gasp etmek insana kesinlikle yakışmayacak şeylerdir.
Biz de bu anlayışa nereden vardık?
Bu anlayışı, İşçi Sınıfı yanından İnsanlığın Kurtuluş Bilimi olan Marksist-Leninist Teoriyle tanışınca netçe, duruca kavradık, bilincimize çıkardık. Daha önce ütopik olarak beslediğimiz, sahip olduğumuz, taşıdığımız anlayış, bu bilimle tanışınca, artık bilimsel bir çerçeveye ve kesinliğe kavuştu. Bu bakımdan Gerçek İnsan olmak, Gerçek Devrimci olmak demektir bize göre. Biz muhakkak ki aynı kararlılıkla, aynı heyecanla, aynı korkusuzlukla mücadeleye, savaşmaya devam edeceğiz.
Bu Tayyipgiller İktidarı (Pazartesi günü Ankara 5. Asliye Ceza Mahkemesinde onların savcılarının, yargıçlarının ve avukatlarının karşısında da söylediğimiz gibi), siyasi ömürlerinin sonbaharını yaşıyorlar artık. Ve sonbaharın sonu kıştır, kışın sonu sondur, siyasi hayatlarının sonudur. Ve ondan sonra hepsi Çelik Bilezikle tanışacak ve bağımsız, tarafsız mahkemelerin karşısına çıkıp, işledikleri binbir suçun, binbir vurgunun, binbir talanın, binbir ihanetin, vatan satıcılığının, hırsızlığın cezasını çekecekler, hesabını verecekler. Bundan kaçışları olmayacak.
Biz bu inançla, bu kararlılıkla ve bu atılganlıkla, bu hevesle, bu cesaretle savaşmaya devam edeceğiz, bugüne kadar olageldiği gibi. Ve şunu da belirtmiş olalım ki, Tayyipgiller İktidarının ömrü artık uzun değildir. Hem ekonomiyi içine düşürdükleri felaket onlar için aşılmaz bir felaket olacaktır ve sonlarının gelmesini sağlayacaktır hem de bu Amerikan yapımı, Ortaçağcı, faşist, çıkar amaçlı suç örgütünün yani AKP’giller’in lideri Tayyip, o da tıpkı siyasi iktidarı gibi ömrünün son demini yaşamaktadır bizce. Yaptığı bunca ihanete, bunca kötülüğe bedeni artık tahammül edememektedir ve onu taşıyamaz hale gelmiş durumadır şu anda.
Bu sebeple karamsar olmaya hiç gerek yok, arkadaşlar. Bu zulüm iktidarı mutlaka kısa süre içinde yıkılacak. Tabiî ondan sonra bizim mücadelemiz yine devam edecek. Halkımıza ulaşmak için mücadelemizi sürdüreceğiz. İnsan soyunun baş düşmanı Amerikan Emperyalizmine karşı ve onların müttefiki Avrupa Birliği Emperyalist Haydutlarına karşı ve onların Türkiye’deki (en sağından en sol geçinenine kadar) her boydan ve soydan tüm işbirlikçilerine karşı mücadelemiz, savaşımız sürecek bizim.
İşte bu sebeple, bu savaşı verdiğimiz için onların bütün ekranları bize kapalı, bütün yazılı basınlarının sayfaları bize kapalı. Bizim suretlerimiz onların ekranlarında ve sayfalarında görünmez, eylemlerimize yer verilmez. Bizi susuş suikastıyla yok etmek ister onlar. Onların tamamını, en solcu geçineninden, en muhalif geçinenine kadar, hep ikili, üçlü oynayan sahtekârlar oluşturmaktadır. O bakımdan bize düşmandır onlar.
Ama bütün bunlara rağmen bu ablukayı yaracağız, halkımıza sesimizi duyuracağız ve halkımız eninde sonunda bizi anlayacak. Ve Hareketimiz etrafında ordulaşacak ve en sonunda yine biz kazanacağız. Tıpkı Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
1 Haziran 2023