Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut: Kurban ritüeli ve Hz. Muhammed’in kurduğu dinin esası üzerine
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Bugün Kurban Bayramı, bildiğimiz gibi…
Amerika tarafından devşirilmiş burjuva siyasetçileri bugün yine din alıp satmakta birbirleriyle yarışacaklar. Cami önlerinde görüntüler verecekler, videolar, resimler, paylaşacaklar. Yani ne kadar dindar olduklarını halka göstererek oy avcılığı yapacaklar.
Fakat ben günlerdir sıkıntıdayım, 10 milyonlarca hayvan bir anda boğazlanacak, diye. Çünkü çok seviyorum her türden hayvanı. Vejetaryen değilim. Bildiğimiz gibi Yörüğüm. Temel gıdamız hayvansal ürünlerdir bizim. Fakat bir hayvanı asla kesemem.
30-40 yıl önce bir tavuk kesmiştim. Hayvanın can çekişirkenki çırpınışlarını hâlâ ellerimde hissediyorum. Zaten o an karar verdim; bu iş bana göre değil, bir daha hiçbir hayvanın canını acıtamam, diye. Örümcekleri bile eşimle birlikte biz öldürmeyiz. Evdeki börtü böceği öldürmeyiz. Arıyı, vesaireyi, hatta sinekleri bile öldürmeye bile kıyamam. Pencereyi açar, dışarıya çıkarırım onları. Bu kadar yufka yürekli bir insanım.
Fakat bu asla savaşçı bir ruh taşımadığım anlamına gelmez. Daha önce de birkaç kez anlatmıştım. Sokak hayvanlarına yiyecek veren eşime bir hayvan düşmanı bulaşıp galiz küfürler edince, onu yakaladım sonradan, elim hiç titremeden bıçağı vurdum, ceza da aldım.
Bu, insanlara karşı acımasız olduğum anlamına gelmez muhakkak ki. Yani acı çeken bir insan gördüm mü dayanamam. Ağlayan bir insanın yanında ben de ağlarım, duramam yani. Fakat yok yere zalimlik yapıp, bulaşıp, hele de küfür ederse eşime ya da bana; cezayı hak eder o kişi. Anlayışımız bu.
Şimdi Modern İran Edebiyatının kurucularından Sadık Hidayet’ten bir pasaj aktarmak istiyorum size:
“Hayvanları üzmek ve öldürmek, insanlık şeref ve makamına edilmiş küfürdür. Hayvanların varoluşları, dünyaya gelişleri, oyun ve sevinçleri, acı çekmeleri, ana şefkatleri, ölüm korkuları, vücutlarında uyanan istekler, ölüm ve yazgıları, tümü insanınkine benzer. Onların ruhlarının daha aşağıda olduğu söylenir. Olsun; ama yine bizim gibi acıyı ve mutluluğu hissederler. Onların aşağıda olması bize ağabey sorumluluğunu getirir; onlara zulüm ve gardiyanlık etme hakkını vermez.”[1]
Sadık Hidayet ilericidir. Biliyorsunuz, Muhammed Musaddık halkın oylarıyla iktidara gelmiş, İran’ın içtenlikli, yiğit, antiemperyalist, devrimci bir başbakanıydı. Toprak reformuna girişti ve İran petrollerini millileştirdi. İşte bunun üzerine CIA ve MI6 yani Entelejans Servis, İngiliz İstihbaratı; Muhammed Musaddık’ı devirdi. Namuslu, yurtsever, ilerici, antiemperyalist, Türk soyundan; Azeri Türk’üdür kendisi de Muhammed Musaddık’ın. Bu namuslu insanı devirdi, zindana attı ve zindanda öldü Muhammed Musaddık.
Bu, CIA’nın dünyada yaptığı ilk faşist darbeydi, 1953 yılında. Ondan sonra Latin Amerika’da artık faşist darbeler çağını başlattı; her ülkede hemen hemen, faşist darbeler yaptırttı, ABD ve onun casus örgütleri. Bizdeki 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Faşist Askeri Darbeleri de bizzat CIA tarafından planlanmış ve yönetilmiş darbelerdir.
27 Mayıs Politik Devrimi değil yalnız, onu karıştırmayalım. O, politik bir devrimdir ve halkımıza, İşçi Sınıfımıza özgürlük getirmiştir. Zaten sonrasında onar yıl arayla yapılmış faşist darbeler (12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980), 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza kazandırdıklarını yok etmek için gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs’ı, biliyorsunuz, Mustafa Kemal Gelenekli Genç Subaylar yapmıştır. Hiyerarşi dışı, emir-komuta dışı, Genç Subaylar, kendi inisiyatifleriyle yapmıştır. Ama faşist darbeler Genelkurmayca, yukarıdan emir-komuta zinciri altında gerçekleştirilmiştir. Çünkü onlar Amerika tarafından devşirilmiş faşist generallerdi. CIA’nın deyimiyle kendi oğlanlarıydı. “Our Boys”, diyor, “Bizim Oğlanlar”, diyor CIA bunlar için.
Biliyorsunuz, İran’daki o faşist darbe sonucunda, faşist, Amerikancı satılmış Şah Rıza Pehlevi iktidara taşındı. Oysa kaçmıştı yüreksiz, Avrupa’ya. Onu da tutup getirdiler. Faşist cellat olarak 10 yıllar boyu İran’ın başında tuttular.
Neyse, bunlar derin mevzular; bunları geçelim…
Hem vejetaryen değilim, diyorsunuz hem de bir hayvanı kesemem, ona acı veremem, diyorsunuz. Bu bir çelişki değil mi, diye aklınıza gelebilir belki. Evet, bir çelişki… Ama hayat çelişkilerle dolu. İşte. Bu da benim çelişkim…
Burjuva siyasetçileri halkın gerici yönlerini okşayarak halk avcılığı yaparlar.
Tayyipgiller ne yapıyor?
Halkın dini duygularını sömürerek, istismar ederek onları “Allah’la aldat”ıyor, Kur’an’ın değişiyle. Ve oy avcılığı yapıyor, kandırıyor, tuzağına düşürüyor.
İşte bu yüzden biz bunların dinine “Muaviye-Yezid İslam’ı” diyoruz. Hırsızlığa, yolsuzluğa, vurguna, soyguna, ihanete giydirilen bir kılıftır bunların Müslümanlığı.
Bir diğer kesim de halkımızın milli duygularını sömürür, değil mi?
Bunlarda milliyetçi oynarlar. Oysa bunlar da CIA milliyetçisidir. Programlarına bakın; alayının Amerika ve CIA övücülüğü, seviciliği, yandaşlığı vardır parti programlarında. Bunlar da oradan geçinirler.
Burada çağrışımı oldu…
Alparslan Türkeş 1965’te CKMP’yi (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) ele geçirdiğinde, bunlar Türklerin Gök Tanrı dinini benimsiyorlardı ve onu aşılıyorlardı ülkücü gençlere. O zaman aynı yurtlarda kalan arkadaşlarımız vardı. Karşılaşıyorduk bu ülkücü gençlerle. Bunlar dine vesaire küfrediyorlardı. “Türk olsun çamurdan olsun”, diyorlardı.
Fakat aynı yıllarda Amerika, CIA, Molla Necmettin’i piyasaya sürdü, biliyorsunu. Bu da yoğun bir şekilde din sömürüsüne girişti. Din sömürüsü her zaman için siyasette rantı yüksek, oy getirisi yüksek bir olaydır, bir kandırmacadır. Türkeş bir baktı; “Ulan bu din sömürüsü iyi rant getiriyor, biz niye bundan faydalanmayalım?”, dedi. Bir anda bu da dinciliğe savruldu. Daha önce, biliyorsunuz, “Tanrı Türk’ü Korusun”du bunların sloganları. Ama birden Hacca gitti. “Hacı Başbuğ” oldu. Ve bunlar ondan sonra “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” sloganı atmaya başladılar. “Dağ kadar” Türklük, Müslümanlık nasıl oluyorsa… İşte bunların anlayışı bu kadar. Mantık aramayacaksınız.
Alparslan Türkeş’in bu dincilik oynama işinde nerelere savrulduğunu, ne kadar acınacak, mide bulandırıcı işler yapar durumlara düştüğünü; öğrencilik yıllarından başlayarak ömrünün 30-40 yılını bunlar arasında geçiren Cazim Gürbüz adlı dürüst, namuslu bir eski ülkücünün, milliyetçinin, yazarın “Tanış Ünlüler” adlı kitabını okursanız görürsünüz. Cazim Gürbüz’ün kitabının adı “Tanış Ünlüler.” Neyse, bunu da geçelim…
Biz oy moy derdinde değiliz, dedik, defalarca halkımıza. Bir tek şey istiyoruz: ANLAŞILMAK…
Biz Gerçek Devrimcilerin görevi, halkın gerici yönlerini okşayarak ona şirin görünmek değil asla. Bu bizim için utanç verici bir şey olur. Devrimcinin görevi, gerçekleri anlatmaktır halka. Halkı bilinçlendirmek, uyandırmak, aklını erdirmek, dostunu düşmanından ayırt etmesini sağlar hale getirmektir. İşte bu bakımdan biz de kurban olayına bakalım bir…
Bölümler aktaracağım kitap, İlahiyatçı Mehmet Soysaldı’nın “Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi” adlı kitabıdır. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları arasında çıkmış bu kitap. Ama nedense yeni baskılarını yapmamışlar. Yazarın kendisine ulaştı Yoldaşlarımız, edinebilmek için. Bu ilahiyatçımız; “Bende yok şu anda bir tane bile”, dedi. Ankara’dan Milli Kütüphaneden, yoldaşlarımıza rica ettik, onlar işte bu fotokopiyi çekerek spiralleyip bize ulaştırdılar kitabı. Oradan okuyacağım.
“Eski dinlerde, kendilerine gerek mahsullerden, gerek insan ve hayvanlardan kurban sunulan varlıkların, onlardan maddi olarak istifade edeceklerine inanıyorlardı. Bu inanç, bazı toplumlarda, ilahların, kesilen kurbanın tümünden veya bazı azalarının etlerinden gıdalanarak faydalanacağı şeklinde idi. Bundan dolayı da o dinin bütün ümmetlerince, o kurbanın hepsinden veya bazılarından yemek haramdı.
“İlahlara ve ölülere, insanları kurban eden bazı kabilelere gelince: Bunlar da köle ve hizmetçi olarak sunulan kurbanların, o mabutlara hizmet edip, ihtiyaçlarını göreceklerine inanıyorlardı. Bazen de bunu, toplumun hayatını korumak, emniyet altına almak ve ilahların, insanları öldürmedeki kana karşı olan arzularını sakinleştirmek için yapıyorlardı.
“Daha çok kurbanlar, harp esirleri, köleler ve suçlulardan seçilmekle beraber bazen ihtiyar, genç, kadın ve çocuklardan da seçildiği oluyordu. Bazı hallerde toplumun yüksek tabakasından da kurban yapılırdı. Bu kanlı ibadet gerek ilkel, gerek medeni milletlerde de yaygındır. Bizzat Amerika’nın yerli halka arasında bu usulü uygulayan birçok kabile vardır.
“Bazı toplumlarda, deve, inek ve koyun gibi bazı hayvan çeşitleriyle, ördek, kaz ve tavuk gibi kuş türlerinden de kurban edilmiştir. Bazı toplumlarda ise, hayvanlardan elde edilen ürünlerle, buğday, arpa gibi bitkilerle, ayrıca karıştırılmış un, ekmek ve çörek gibi şeyler, mâbuda yaklaşmak için kan akıtmak gerektirmeyen bazı kurban çeşitleri de sunulmuştur.
“Bir de kurban, temsili bir şekil almıştır ki bu da ya eskisini canlandıracak bir hareketle yapılır ya da o kurbanı temsil edecek olan bir parçanın ondan kesilmesiyle olur. Eski Yunan ve bazı Hint kabilelerinde olduğu gibi.
“Bütün bunlar göz önünde tutularak kurban etmenin beş sebebi olduğu söylenmiştir. Bunlar: Hayranlık, şükran duası, pazarlık, gönülalma ya da barış teklifi ve kefarettir.
“Netice olarak diyebiliriz ki, ilkel toplumların çoğunda, insan kurbanlarının dışında, hayvanlardan kanlı kurbanlar, tahıl ve gıda maddelerinden de kansız kurbanlar, Kur’an öncesi türlü şekillerde devam etmiştir. Şimdi Kur’an öncesi, Haniflik, müşrik Araplar, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kurban ibadeti nasıldı, sırasıyla bunları inceleyelim.”[2] diyor ve inceliyor, İlahiyatçımız.
Gördüğümüz gibi bütün Pagan Dinlerde kurban, yaygın bir inanç, bir ritüel, dini ritüeldir. Mesela Homeros’un İlyada’sını okursanız… Biliyorsunuz, İlyada, Truva Savaşlarını anlatır. O savaşların son dönemini anlatır. Orada da sık sık boğaların Grek Tanrılarının tapınaklarında kesilerek kurban edildikleri anlatılır.
Hatta Adem ile Havva Mitosunda, biliyorsunuz, Adem ile Havva Cennetten atılıyor, akıl, mantık ve bilim dışı bir gerekçeyle. Sonrasında bunların iki oğlu oluyor, Kâbil ve Habil isminde Habil kurban keserek Allah’a sunuyor. Kâbil de bitkilerden derlediği, buğday, darı, arpa gibi ürünlerden derlediği hediyesini Allah’a sunuyor. Allah Habil’in hayvan etinden olan kurbanını kabul ediyor, Kabil’inkini kabul etmiyor.
Bunun üzerine kıssada ne denir?
Kâbil kardeşine düşman oluyor. “Vallahi seni öldüreceğim!”, diyor ve sonunda da öldürüyor, değil mi?
Ve hatta kardeşinin cesedini bir çuval içinde bir yıl sırtında taşıyor, kıssaya göre. Sonradan kavga eden kuşların durumuna bakıyor. Galip gelen kuşun öldürdüğü kuşu eşerek toprağa gömdüğünü görüyor. Böylece cesetlerin toprağa gömüleceğini anlıyor, o bilince ulaşıyor. Kardeşinin cesedini o da gömüyor, sırtında taşımaktan kurtuluyor böylece.
Yani kıssaların akılla, mantıkla, bilimle, bilinçle bir ilgisi yok. Yani nereden baksanız tutarsızlıktır kıssalar. Zaten Âdem ile Havva kıssası bire bir Sümer efsanesidir. Açın Samuel Noah Kramer’in “Tarih Sümer’de Başlar” kitabını. Kabalcı Yayınlarından çıkmıştı, alıp okumuştum. Bire bir anlatılır. Yine Nuh Tufanı kıssası; aynen bire bir anlatılır; Sümer kıssasıdır. Diğerleri yani Sümer, Asur, Babil, Hatti, Hitit, Yahudi kıssalarından oluşur, Kur’an’da anlatılan bütün mitoslar, bütün kıssalar.
Zaten daha önce de söylediğim gibi İlahiyatçı Profesör Mustafa Öztürk, “Kıssaların Dili” adlı kitabında Kur’an’ın üçte birinin tarihsel gerçekliği olmayan böyle kıssalardan oluştuğunu anlatır. Yani Musa-Firavun hikayesinin, akılla, bilimle izahı mümkün değildir. Kılıcı vuruyor Musa, Kızıldeniz ikiye ayrılıyor. Etrafta duvar gibi sular şekil alıyor, Musa’nın kavmi geçiyor. Firavun’un ordusu girince sular birleşiyor, boğuluyor Firavun. Yani yok böyle bir olay. Yine bakire Meryem’in İsa’yı doğurması kıssası… Yani bunun bir gerçekliği yok… Yani bunlar daha önceki Anadolu mitoslarıdır.
Hatta konu oldu; “Kâbe” nereden gelir?
“Kıble” nereden gelir, bu adlar?
Anadolu’nun 9.000 yıl öncesine tarihlenen bir Ana Tanrıçası var değil mi; Kibele. Benim memleketim Konya’nın 31 km güneyinde Çatalhöyük’te yapılan arkeolojik kazılarda heykeli bulunmuştur Kibele’nin. Şu anda da kazıyla ortaya çıkmış, koruma altına alınmış, bir kültür mirası haline getirilmiştir Çatalhöyük. Oradaki kazılarla ortaya çıkan yaşam alanları, zamanın anlayışına göre yapılmış evler var. Orada bulunmuştur bu Ana Tanrıça heykeli. Demek ki bugünden hareket edersek 9.000 yıllık bir tarihe sahiptir Kibele.
İşte bu, bütün Ana Tanrıçalara adını vermiştir. Mesela Ege’deki “Artemis” yine Kibele’dir. İşte Kâbe’de bulunan Hacer-ül Esved taşı aslında Kibele’yi simgeler. “Kâbe” adı Kibele’nin simgesinin, tapınağının bulunduğu mekân, demektir. “Kıble”, Kibele’nin tapınağının, mekânının ve simgesinin bulunduğu yön demektir. Hep buradan gelir bunlar.
Yoksa Hacer-ül Esved bir göktaşı, biliyorsunuz. Bunun herhangi bir kutsallığı olabilir mi? Yani bunun mantıkla, akılla bir ilgisi var mı?
Hatta Hz. Ömer bile geliyor başına; “Ey karataş, senin hiçbir kutsallığın yok, bunu adım gibi biliyorum. Ama Resulullah sana el sürdü, o yüzden ben de sana ellerimi sürüyorum”, diyor. Yani oraya götürülmesi, Kibele’nin tapınağına konulması… Göktaşı çok ender bulunan bir taştır. Yani Kibele’yi simgelediği için oraya götürülüp konmuştur. Efes Tapınağı’nda vardır bir benzeri de bu göktaşının, Kibele’yi simgeleyen göktaşının. Onu da Romalılar, Pagan dönemlerinde alıp götürdüler, Roma’nın en ünlü tepesine bir tapınak yaparak oraya koydular. Fakat Hıristiyanlığı benimseyince, o tapınağı da, o tepeyi de yok ettiler. O taşı da yok ettiler, göktaşını da yok ettiler.
Yani Demek istediğimiz; kurbanın aslı esası bu…
Şimdi gelelim namaza…
Namaz da benzer, İslamiyet öncesi bir ritüeldir. Namaz, Sümerlerin Güneş Tanrısı’na yaptıkları bir ibadettir. Yani Güneş hayat verir, biliyorsunuz. Güneş yok olduğu anda dünyada hayat ortadan kalkar. O yüzden Güneş Tanrısı’na bir şükrandır yani borçlarını ödemek için yaptıkları bir ibadet biçimidir Sümerlerin.
Oruç yine Ay Tanrısı’na yaptıkları bir ibadet biçimidir. Çünkü Ay sayesinde hem gece yollarını bulurlar hem de zamanı ölçme imkanına kavuşmuşturlar Sümerler. İşte Ay’ın halleri yani 29 günlük halleri zamanı ölçme imkanı veriyor. Buradan Ay Takvimi ve Ay Yılı oluşuyor bildiğimiz gibi, değil mi? İşte bundan dolayı Ay Tanrısı’na yapılan bir ibadettir oruç.
Yoksa insanın aç kalarak bir şey elde etmesi söz konusu olmaz. Tabiî bazı kafayı yakmış, tıp doktoru da olmuş insanlar bunun faydalarını filan anlatırlar. Ama gerçek tıp bilimi açısından tam tersine, dünya kadar zararı var. Yani tansiyon, şeker hastalığı, mide hastalığı olan insanlarda bir sürü sorunlara yol açıyor. Neyse…
Şimdi buradan, yine Mehmet Soysaldı’nın aynı kitabından okuyalım, namazla ilgili bölümü:
“Kureyş’in İslam’dan önce salât adında bir ibadetlerinin bulunduğunu ve bu ibadetlerinde Kâbe’ye doğru yöneldiklerini, fakat kıldıkları namazın bir hudû ve huşû namazı olmaktan çıkıp bir çeşit eğlence ve oyun haline geldiğini gösterir.” diyor.
Yukarıda anlatımlarda bulunuyor, o anlatımları kastederek…
“Cahiliye devri Araplarında namazın bilindiği, ölüye de namaz kıldıkları rivayet edilir. Ölünün kabri başında durur, onun iyiliklerini, güzel işlerini anar ve hüzün gösterirlerdi. Bu işe de “as-Salâ” (namaz) derlerdi. İslam bu namaza ve benzeri dini geleneklere da’vâ’l-câhiliyyeh (cahiliye duası) demiştir. Bu namaz, İslam’daki cenaze namazından farklı olsa da yine de namazdır.
“Yine Cahiliye döneminde Ka’b b. Lüey’in Kureyşlileri Cuma günü toplayıp, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir ibadet yaparlardı. Bugüne Cuma, maruzat (açıklama) Yevmü’l-Arûbe (Araplık günü) denilmekteydi.
“Netice olarak diyebiliriz ki, İslam’dan önce cahiliye döneminde Araplarda namaz diye bir ibadet vardı. Ancak müşriklerin kıldığı namaz, ruhtan yoksun, huzur ve edepten uzak, düzensiz bir ibadet şekliydi. Ve onlar, bu ibadeti sırf Allah için değil, Allah ile beraber onun ortakları, kızları kabul ettikleri melekler için yaparlardı. İşte İslam’da ibadet sırf Allah’a yöneltilmiş ve tevhîde aykırı olan her şey ibadetten uzaklaştırılmıştır.”[3]
Burada Yahudilikte namazı anlatıyor ve devam ediyor…
Demek ki; namaz da, oruç da, kurban da, hac da hepsi İslam’dan önce var.
Şimdi Muaviye-Yezid Dincileri ne der?
“Namaz dinin direği…”
Ne ilgisi var ya… İslam’dan önce olan bir ritüel nasıl dininin direği olabilir?
Ama onlara öylesi uygun gelir. Çünkü onlar, İslam’ın gerçeğini, Hz. Muhammed’in ruhunu ve idealini bilmiyorlar ki. Kaldı ki bilseler de asla onun gereğini yerine getiremezler, onu savunamazlar bile. Muaviye-Yezid İslam’ı onlarınki. Şekil, biçim… Ruhunu asla kavrayamazlar.
Şimdi kurbanla ilgili burada bir kitap önereceğim. Özellikle Yahudilikte, Kur’an’ın da büyük ölçüde referans aldığı Yahudilikte, kurban çeşitlerini ve nasıl yapıldıklarını ayrıntılıca anlatan bir kitap; Jules Soury, yazarı. Kitabın adı da “Karşılaştırmalı Mitoloji Işığında İsrail Dini.”
Peki, öyleyse diyeceksiniz ki İslam’ın özü ne? İslam dininin direği ne?
Buraya geleceğim şimdi.
Baştan şunu söyleyeyim: Hz. Muhammed de tıpkı bizim gibi komünist bir toplum önderiydi ve devrimciydi. Komünist bir toplum kurmak istiyordu ama buna gücü yetmedi. Kanıt istersiniz tabiî; hemen göstereceğim: Ahmed Hulusi çevirisiyle Kur’an Meali…
Bu çeviriyi tercih etmemin sebebi; ayet ayet Latin alfabesiyle önce Arapça orijinal aslını yazıyor o ayetin, hemen arkasından da Türkçe çevirisini koyuyor.
Bakara Suresi, bildiğimiz gibi Kur’an’ın 2’nci suresi, değil mi? Ve Kur’an’ın en uzun suresi. Kur’an’da Hz. Muhammed döneminde böyle sureler diye bir tasnif yoktu. Hayatın akışı içinde, olayların gidişine göre, o olaylara, hallere, durumlara çözüm getirmek üzere ortaya konan ayetler vardı. Bu, Osman döneminde düzenlenmiş bir Kur’an.
Burada Fatiha Suresi hariç ne yaptılar?
Konuları benzer olan ayetleri bir araya getirip “sure” adını verdiler ve en uzundan en kısaya doğru bir sıralama yaptılar. Bu da Kur’an’ı anlaşılmaz hale getirdi tabiî. Çünkü tarihsel bağlamından koparıyorsun, hayattan, olaylardan koparıyorsun ayetleri. Kopardın mı da o ayetin anlamını kavrayamazsın. Hangi amaçla ortaya koydu Hz. Muhammed o ayeti; bilemezsin, anlayamazsın, yorumlayamazsın, kavrayamazsın asla. Anlaşılmaz hale getirdiler. Bu sebeple onlar “nüzul sırasına göre” derler ya hani, bizce Hz. Muhammed tarafından ortaya konuş sırasına göre ele alıp okumak gerekir. Ve tabiî tarihsel olaylarıyla birlikte; hangi tarihsel süreç içinde, hangi olaya çözüm getirmek üzere ortaya konmuş, ona bakmamız gerekir.
Biliyorsunuz, İslam, 23 yıllık bir süreç içinde ortaya konmuştur.
İşte o sürecin hangi aşamasında, hangi olaylara denk gelecek şekilde, hangi olaylara, durumlara çözüm getirmek üzere o ayet ortaya konmuştur, ona bakmamız gerekir.
Karşılaştırmalı olarak böyle okursanız kavrarsınız, ayetlerin anlamını. Buradan aktarıyoru:
Bakara Suresi, Ayet 219:
“Allah yolunda ne kadar harcayacaklarını soruyorlar.”
Hani buna “infak” denir, değil mi, Kur’an diliyle?
Yani Allah yolunda ne kadar infak edeceklerini, harcayacaklarını soruyorlar, diyor.
“Deki…”
Allah hitap ediyor Hz. Muhammed’e…
“El Afv…” Yani harf harf söylersek; a, f, v. “El Afv (zaruri harcamalarınızdan) arta kalanı bağışlayın.”
Ne diyor, yani?
Zaruri harcamalardan arta kalanını bağışlayın, diyor ihtiyaç sahiplerine. Yani kendinizin ve bakmakla yükümlü olduklarınızın zaruri ihtiyaçlarına yetecek kadarını alıkoyun, gerisini bağışlayın, dağıtın, diyor. Mal mülk küplemeyin, servet edinme hırsına kapılmayın, saraylar, köşkler, villalar yapma hırsına kapılmayın, diyor. Bunlar sizi insanlıktan çıkarır, çamurlara bular, diyor; açık, net…
“Allah böylece gereken apaçık işaretleri veriyor size… (Nedenini) derin düşünmeniz için.”
Demekki apaçık olarak işaretleri böyle veriyoruz, diyor, nedenini derin düşünebilesiniz diye. İşte bizim de derin derin düşünmemiz lazım.
Demek ki Kur’an’ın temel buyruğu neymiş?
Sadece zaruri ihtiyaçlar kalacak, o ihtiyaçlara yetecek kadarını alıkoyacaksın, gerisini dağıtacaksın.
Yine başka bir ayet aktaracağım: Nahl Suresi. Yani “balarısı” anlamına gelir Arapçada.
Ayet 71:
“Allah yaşam gıdanız konusunda kiminizi kiminizden üstün tuttu.”
Yani kiminize fazla verdi, kiminize az verdi, diyor. Yani biz verdik, diyor. Asla siz kazanmadınız sizin değil o mallar, diyor. Biz verdik; bizse kiminize fazla verdik, kiminize az verdik, diyor.
Eveeet…
“Üstün tutulan kimseler yaşam gıdalarını sorumlu olduklarıyla hakkıyla paylaşmıyor.”
Demek ki sorumlu oldukları insanlarla hakkıyla paylaşmıyor, diyor, bizim üstün tutup yaşam gıdasını fazla verdiklerimiz, diyor.
“(Oysa) onlar onda eşittirler.”
Yani ne diyor?
Rızıkta herkes birbiriyle eşittir diyor. Yaşam gıdasında yani rızıkta herkes eşittir. Toplumsal eşitsizlikleri kaldırıyor Kur’an, İslam. İşte bu komünizmdir. Herkes eşittir, diyor rızıkta. Ve biz verdik, diyor. Hiçbirinizin değil onlar, diyor. Sahibiz dediğiniz mal mülk, aslında sizin değil, onları size biz verdik, siz hiçbir şey kazanmadınız, sadece bizim verdiğinizi aldınız, diyor. Tabiî Kur’an ortaya konduğu anda büyük zenginler var Mekke’de ve yoksullar var, yetimler, öksüzler, açlar var. Zenginlere diyor ki “bizim servetimiz” dediğimiz şey sizin değil. Onlar sizlere bizim tarafımızdan verilmiştir.
O zaman ne yapacaksınız, diyor?
Üstün tuttuklarımız, yani fazla verdiklerimiz, sorumlu oldukları insanlara tümüyle dağıtacaklar ve rızıkta herkes eşit hale gelecek, diyor.
“Allah nimetini (yaşam gıdalarını, “ben kazandım, benim” diyerek hatta benliklerini de böylece Allah’a eş koşarak) bilerek inkâr mı ediyorlar?”
Yani bunları ben kazandım, hepsi benim, dediğiniz anda diyor; Allah’a kendinizi eş koşmuş olursunuz, diyor. Allah’ın verdiği nimeti inkâr etmiş olursunuz, diyor. Allah’a eş koşmak şirk, yani dinden çıkmaktır.
İşte böylesine katı buyruk veriyor Kur’an. Ve İslam dininin özü budur işte. Ama İmam Hatiplerde bunları anlatmazlar, bunları okutmazlar. İlahiyat Fakültelerinde bunları okutmazlar, anlatmazlar. Tekkelerde, zaviyelerde, tarikatlarda, cemaatlerde bunları anlatmazlar. Onlarınki Muaviye-Yezid İslam’ı. Onların kafası genelde belden aşağıdadır; uçkurlarıyla uğraşmaktır. Kız çocuğu hangi yaşta evlendirilmeli? 6 yaşında mı, 9 mu, 12 mi, 15 mi; onların aklı fikri burada. Biz onlarla aynı varlık âleminden değiliz, arkadaşlar, değiliz… Onları gördüm mü midem bulanıyor benim.
İşte Kur’an’ın özü, aslı bu!..
Hz. Muhammed bu anlayışa nereden varıyordu?
Bir defa kendisi yetim, değil mi?
Yetim… Daha kendisi doğmadan babasını kaybediyor ve 6 yaşında da dedesini kaybediyor, Abdülmuttalib’i.
Ondan sonra kim bakıyor?
Amcası Ebu Talip bakıyor. Yetim, yoksul… Ama Araplarda o dönem bir sütanneliği geleneği var. Bu gelenek mucibince Hz. Muhammed’in annesi Hz. Amine de evladını bir sütanneye veriyor, bir göçebe kabileye, ona veriyor; göçebe kabile.
Bunlara ne deniyor?
Bedevi… Şimdi bu sütannenin adı Halime, biliyorsunuz değil mi?
Çok çok saygın bir kadın, çok saygıdeğer bir kadın.
Bedevi ne demektir?
Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar uzanan geniş coğrafyada, kırsal kesimde hayvancılıkla geçinen, sürüler peşinde koşan ve sürüleriyle birlikte devamlı o otlaktan bu otlağa göç ederek yaşam süren kabileler, aşiretler demektir, Bedevi.
İşte medeniler bunları aşağılarlar. Hâlbuki bu aşiretlerde, Bedevi aşiretlerde özel mülkiyet yok, toprağa yerleşik olmadığı için her şey, bütün servet, bütün mülk bir deve sırtına, birkaç devenin sırtına yüklenip taşınabilecek kadar basit, hafif şeylerden oluşur. Geçim aracı olan hayvanlar da kabilenin ortak mülkü. O bakımdan kolektif mülkiyet var, yani komünist mülkiyet var Bedevilerde.
Şimdi kolektif mülkiyet olunca, daha önce de anlattığım gibi; yalana, dümene, hileye, kandırmacaya, zalimliğe hiç gerek kalmaz. Onun maddi şartları ortadan kalkmıştır. Herkes açık, dürüst, mert, yiğit, özü sözü bir insanlardır, bu göçebe kavimler, yani medenilerin aşağıladığı Bedeviler.
İşte 5 yaşına kadar bu Bedeviler arasında yaşamıştır Hz. Muhammed. İnsanın Ruhiyatının şekillenmesinde, bildiğimiz gibi, 3-6 yaş çok önemlidir. İşte ruhiyatı bu dönemde şekillenmiştir Hz. Muhammed’in.
Ondan sonra Mekke’ye gelip o sınıflı toplumun, o zenginleşmiş, Karunlaşmış, mal mülk hırsından başka hiçbir şey görmeyen, acıma duygusu bitmiş, Köleci Toplumun bataklığına girince; aradaki farkı görüyor Hz. Muhammed. O göçebe Halime annesinin yanındaki insanlığı, dürüstlüğü, adaleti, mertliği görüyor. Bir de Mekke’deki çamurlara bulanmış insanları görüyor.
Yoksul olduğu için amcası Ebu Talip’in çobanlığını yapıyor, değil mi?
Hatta evlenme yaşına gelince Ebu Talip’in kızına talip oluyor. Ama Ebu Talip “Ya Muhammed, sen yoksul, çulsuz bir yetimsin. Benim kızıma nasıl talip olursun ya? Herkes kendi dengiyle evlenmeli. Ben kızımı daha varlıklı filan yeğenime vereceğim”, diyerek reddediyor Hz. Muhammed’in teklifini.
İşte bütün bunlar ruhunda İlkel Komünal Topluma, sosyalist, komünist topluma karşı bir özlem doğuruyor Hz. Muhammed’in. Ve komünist bir toplum düzeni kurmak istiyor. Ama dediğim gibi, buna gücü yetmiyor.
O zamanın şartlarında, o zamanın kültüründe tabiî bu özlemini, ilahi, tanrısal bir forma sokmak zorundaydı. Yoksa “ben böyle bir toplum kurmak istiyorum” dese hemen sürülür, çıkarılırdı Mekke’den. İlahi bir forma sokmak istiyor. Yani İslam Dinini böyle kuruyor Hz. Muhammed. Yani İslam’ın özü bu.
Gerisi?
Gerisi dediğim gibi Sümer, Asur, Babil, Hitit, Yahudi gelenekleri, kıssaları. Ve o zamanki Arap Toplumunun örfü gerisi. Bundan ibaret…
Hz. Muhammed’in İslamiyet’i tebliğiyle geçen sürenin 13 yıllık bölümü Mekke’de geçer, biliyorsunuz. Ama bu 13 yıl içinde ancak 300-350 kişiyi İslam’a inandırabilir, Müslüman yapabilir. Onların da; Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in dışında kalanları genellikle köleler, yoksullar, yetimler. Onları inandırabilir.
Medine’ye hicreti, biliyorsunuz, 13’üncü yıldan itibaren başlar; 13’üncü yılın sonunda başlar, diyelim. Hicret edenlerin toplam sayısı 226 kişidir. Bu 300 civarında insanın bir kısmı Habeşistan’a gitmiştir. Orada Hıristiyan bir kral vardır ve müsamahalı davranmaktadır dinlere karşı. Bir kısmı, Hz. Muhammed’in bir kızı da dahil, Mekke’de kalmıştır. Yani 226 kişi toplam muhacirlerin sayısı.
Medine’deki nüfus ne kadar o zaman?
4500 Arap 4000 de Yahudi olmak üzere 8500’dür. Yani 8500 kişilik bir şehre 226 kişi hicret etmiştir sadece.
Tayyipgiller devamlı sömürüyorlar ya… Suriye’den gelen kaçkınları burada alıkoymak, onları vatandaşlığa geçirmek ve ömür boyu onların oyunu alabilmek için ve hatta Türk’ü azınlığa düşürüp Hilafet kurabilmek için ha bire neyi kullanırlar?
Ensar-Muhacir…
Hâlbuki durum, işin gerçeği bu. 8500 kişilik şehre 226 kişi gidiyor. Bunlarınki tamamen demagojik kandırmaca, bir düzenbazlık yani.
Ama Medine’de Cihatlar Çağı açılıyor, biliyorsunuz. Cihatlarla büyük ölçüde ganimet elde ediliyor. Ganimetin de beşte dördü cihada katılan savaşçılar arasında paylaştırılıyor. Beşte biri de Müslümanların ortak mal evine alınıyor. Böylece cihat muazzam bir gelir sağlıyor. Cihatla birlikte her türden cansız, maddi ganimet, yani kıymetli madenler, sürü hayvanları, develer, keçiler, koyunlar, atlar elde ediliyor.
Hem de köleler ve cariyeler, değil mi?
Cariye ve köle de “mütekavvim mal” statüsünde İslam fıkhına göre. Yani dayanıklı mal, alınır satılır, miras bırakılır, devredilir, hediye edilir. Yani insan statüsünde değildir cariyeler ve köleler.
İşte bu cihatların getirdiği bol ganimetle akın akın insanlar İslam’a giriyorlar, hem Medine’de hem civar kabilelerde. Hz. Muhammed’in son Veda Haccı’nda, biliyorsunuz, 100 bin insan bulunduğu söylenir, rivayet edilir.
Ama cenazesini kaç kişi kılmıştır, arkadaşlar, cenaze namazını?
Hz. Ali namaz kıldırmıştır ve arkasında da 16 kişi vardır. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Üyesi İlahiyatçı Ali Akın Hoca’nın anlatımına göre Hz. Muhammed’in vefatıyla birlikte Mekke’nin nüfusunun çoğunluğu dinden çıkmıştır.
Niye?
Biz zekât filan vermeyeceğiz, diyorlar. Tamam, diğerlerini kabul ederiz ama zekât vermeyiz biz, diyorlar. 40’ta bir oranında ihtiyaç sahiplerine verilen Zekat da İslam öncesinin bir geleneğidir, bir ritüelidir.
Oysa Hz. Muhammed ne diyor?
“Zaruri ihtiyaçtan arta kalanının tamamı”, diyor.
Kur’an’ın hiçbir yerinde 40’ta 1 diye bir ibare geçmez. Onu bile vermekten sakınıyor, Mekke Arapları.
Ebu Bekir ne diyor?
“Hz Muhammed döneminde”, diyor,“hiç değilse insanlar 40 devesinden birini zekât veriyordu. Şimdi 40 devesinden birinin yularını bile vermiyor”, diyor. Onun üzerine “Ridde Savaşları” diye anılan ve bir yıl süren bir savaş başlatılıyor bu dinden çıkanlara karşı, gerek Mekke, Medine içinde, gerek civar kabileler arasında, şehirlerde. Ancak ondan sonra bu savaşlarla tepelenerek onlar yeniden İslam’a döndürülebiliyor.
Yani İslam olayının özü de işte budur!..
Ve biz Hz. Muhammed’in ruhunda yatan komünist toplumun özlemini aynen onun gibi kendi ruhumuzda ve bilincimizde taşıdığımız için, Hz. Muhammed’in gerçek, meşru temsilcileri biz komünistleriz. Yoksa İmam Hatiplerde, İlahiyat Fakültelerinde, tekkelerde, zaviyelerde, tarikatlarda, Kur’an Kurslarında öğretilen, bütünüyle Muaviye-Yezid İslam’ı. Yani ruhundan yoksun İslam. Özü alınmış, Kabuk İslam’dır.
Kalın sağlıcakla…
28 Haziran 2023
[1] Sadık Hidayet, Vejetaryenliğin Yararları, s. 16.
[2] Mehmet Soysaldı, Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi, s. 293-294.
[3] M. Soysaldı, age, s. 33.