Bu ABD devşirmesi hainlere isimleriyle beraber Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanlığını da öğretiyorlar…
Kaçak Saray’lı ABD Devşirmesi Despot’un “Abi” diye hitap ettiği eski Meclis Başkanı, Kanlı Pazar’ın tertipleyicilerinden yani elleri üç işçinin kanına bulanmış, “Laiklik Anayasadan çıkarılmalıdır”, diyen “Cumhuriyet’i kuranlar dinsizdi”, diyen, azılı, kaşar Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanı İsmail Kahraman; yine yanık kafasının ürünlerinden yeni bir hezeyanda bulundu.
Aynen şöyle höykürüyor, bu Ortaçağcı “Keşke Yunan galip gelseydi”cilerden, önde gelen Hafız:
***
Videonun Tapesi:
“Bu arada öncelikle şunu söyleyeyim: Şehirlerimiz için kuruluş, pardon kurtuluş yıldönümleri kutlanıyor. Kesinlikle karşıyım. 2 Mart’ta Rize kurtulmuş, kim diyor? Yok Erzurum şu Mart’ta. Şehirlerin düşman işgalinden kurtuluşu dolayısıyla kutlama yapılmaz. ‘Ben esirdim, esaretim bitti, ben köleydim’ diye ikrarda bulunulmaz. Bu küçüklük kompleksi verir, bu yanlıştır, böyle şey olmaz. Fetihler kutlanır. Tarihi zengin ve engin bir milletiz biz. Biz köklü bir devletiz. Zaferlerle dolu bizim tarihimiz.
Ne oluyoruz?
İstanbul’un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş?
İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş?
Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. (https://www.youtube.com/watch?v=kUVdQ-jQNnU&ab_channel=raporturkiye)
***
Bunlar Fesli Deli Kadir’leriyle, Tayyipgiller’iyle, Karamolla’larıyla, Davidson Ahmet’leriyle, Samanpazarı bezirgânı Deva’cı Bebecan’larıyla, FETÖ’leriyle, İsmailağacılarıyla, Menzilcileriyle ve daha bilumum takım taklavatlarıyla birlikte, Mustafa Kemal, İnönü ve silah arkadaşlarından oluşan önderlerinin Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız üzerine inşa ettikleri Laik Cumhuriyet’in en ağulu, en kaşar, en azgın, en iflah olmaz düşmanlarındandır. Tıpkı Batılı efendileri gibi…
Bilindiği gibi bunların devşiricileri, sahipleri, iktidara getiricileri ve 70 yıldan bu yana iktidarda tutucuları ve de bunları birer kukla gibi oynatıcıları; Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya Emperyalist Haydut Devletleri ve Siyonist İsrail’dir.
Dikkat edersek, arkadaşlar; bu emperyalist çakalların da alayı Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet düşmanıdır.
Ne diyordu CIA’nın Ankara’da masa kurmuş olan Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller?
“Kemalizm miadını doldurdu, artık piyasacı-küreselleşmeci İslamın ana belirleyici olduğu Osmanlı benzeri Yeni Türkiye’nin zamanı geldi.” (https://www.odatv4.com/makale/bir-cia-projesi-olarak-ataturke-saldirmanin-dayanilmaz-kustahligi-0905171200-115479)
Yine ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi ve 12 Eylül Faşist Diktatörlerini “Our boys did it-Bizim oğlanlar yaptı”, diyerek kutlayan Paul Henze ne diyordu?
“Yeni dünya düzeni ile birlikte Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir.” (agy)
ABD Çakalının CIA’sının Şefleri olan bu karanlık yaratıklar, ABD Haydudunun tüm şefleri gibi Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet düşmanıdırlar. Hepsinin gönlünde yatan ve sürekli özlemini çektikleri, Sevr’dir. İşte onu da ABD Haydudu “BOP” adı altında, haritasına varıncaya kadar yapıp yayınladı ve NATO Koleji’nde ders olarak o haritayı duvara asıp işliyor.
Diyor ki o ABD Haydudu ve onun NATO’su, bizim gibi uydu devlet yöneticilerine, “İşte hepimizin görevi bu haritayı hayata geçirmektir.” Zaten tanık olduğumuz gibi 1990’dan bu yana da o haritayı hayata geçirmek için kana ve ateşe boğdu Ortadoğu’yu, Libya’sından Basra Körfezi’ne kadar.
ABD Haydudunun bu alçakça işi yaparken kullandığı yerel uyduları, satılmışları kimlerdir?
Türkiye gibi, Suudiler gibi, Katar gibi, Birleşik Arap Emirlikleri gibi, Kuveyt gibi, Ürdün, Lübnan gibi devletlerin ihanet yüklü yöneticileridir. İşte Tayyipgiller de bu ihanet yükü en kallavi olan iktidarlardan birini oluşturmaktadır. 20 yıldan bu yana Laik Cumhuriyet’i bütün kurumlarıyla yerle bir ederek enkaz yığınına çevirdi, ABD Hayduduyla el ele vererek. Onun yerine sıfır numara Amerikan kuklası, Ortaçağcı Faşist Din Devleti inşa ediyor, bütün kural ve kurumlarıyla.
İşte bu sebepten, İsmail Kahraman nam hainin yukarıdaki akıl, mantık ve gerçek dışı zırvalamaları, ABD ve AB Emperyalist Haydutlarının çıkarlarıyla bire bir örtüşmektedir…
Bunları aslında 100 yıl öncesinden suçüstü yakalayıp kulaklarından tutarak en net şekilde teşhir eden, Kuvayimilliye Kahramanı Sütçü İmam’dır.
Ne demişti bu kahramanımız?
“Her kim ki Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayimilliye aleyhine fetva verip düşmanlık yapar, bilin ki onların damarlarında kafir kanı akar!”
İşte aynen budur, arkadaşlar bu Tayyipgiller avanesinin tamamı…
Bre hain kere hain!
Tek kurşun atmadık da İzmir’de Hasan Tahsin’in attığı İlk Kurşun neydi?
Oracıkta şehit olmadı mı bu yiğidimiz?
Sütçü İmam Fransız askerini vurup gebertmedi mi?
Kara Yılan, Şahin Bey kimlere karşı savaşırken şehit oldu?
Ve biz 35 bin şehidi kimle savaşırken verdik?
26 Ağustos’ta Kocatepe’de Başkomutanın verdiği bir işaretle gürleyen toplar, “Türkler bu mevzileri iki senede aşamaz” dedikleri mevzileri birkaç saat içinde yerle bir edip ordumuzun önünü açmadı mı?
Sonrasında “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini veren Komutan kimdi?
Birinci ve İkinci İnönü Zaferleri, Eskişehir-Kütahya yenilgileri ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi hiç olmadı mı, yaşanmadı mı?
Bunlar birer masal mıydı?
Yahu hadi yerli tarihçilerimizi bir tarafa bırakalım şu Batılı Tarihçilerin yazdıklarından bir iki örnek verelim.
“15 Mayıs 1919’da, sabah yedi buçukta Zapitio’nun komutasında erler, Haberon ve Limnos adlı Yunan zırhlılarından karaya çıkmaya başladılar. Bu erler bir Efsun Alayından ve Kırkıncı ile Ellinci Piyade Alaylarından oluşuyor. Rıhtımlara büyük bir kalabalık üşüşmüştü. Ortodoks metropolü, Rum ayaktakımının coşkunluğunu kızıştırmak amacıyla, kesinlikle ayıplanması gereken sözler söylemeyi yerinde bulmuştu. Türkler hiç karşı koymadılar, kışlalarında kapalı kaldılar. Yunanlılar ise kendilerine Müslüman halka karşı tasarladıkları eziyetleri uygulamaya koymak fırsatını verecek olaya uzun zamandan beri hazırlanmışlardı. Bütün provokatör ajanlar görevleri başındayken bize bildirildiğine göre işi daha sağlama bağlamak için, Yunan Kızıl Haçı, Makedonya’nın en alçak iki komutacı çetesini silahlandırıp, Yunan torpidolarıyla Anadolu’ya taşımışken, böylesine istenilen bir olayın olmamasının yolu var mıydı? Kışkırtıla kışkırtıla Türklerin sabrı tükendi. Birkaç el silah atıldı. Kıyıma başlamak için beklenilen işaret oldu bu. Kışlalara hücum edildi. Oradakiler öldürüldü ya da yaralandı. Rıhtımlarda kadınların başörtülerini zorla çektiler başlarından. Senin peygamberine sıça nokta nokta diye bağırarak feslerini çıkartıp ayak altında ezmeye zorladılar erkekleri. Feslerini çıkarmayı reddedenleri ya denize attılar, ya süngüleriyle delik deşik ettiler. Ahmakça bir kudurganlık içinde olan bu sözüm ona fatihler, Osmanlı devlet memuru sıfatıyla fes giyen kendi yurttaşlarından on beş tane kadarını da öldürdüler. Fransız demiryollarının bir istasyon şefinin, bir İtalyan’ın ve bir İngiliz uyruklunun da canına kıydılar. Yunan komutanı sıkıyönetim ilan ettiği için öldürmeler ve yağmalar silahlı kuvvetlerin koruması altında yapılıyordu. Kırkıncı Piyade Alayı hırsızlar ve katillerle anlaşma halindeydi. Ne yazık ki çok geçmeden öteki alaylar da Kırkıncı Piyade Alayına uydular. Subayların eli kolu bağlıydı sanki. Toplumda önemli bir yeri olan bütün Türkler hapsedildi. Üstelik Yunanlılar sadece Müslümanların malına mülküne saldırmakla yetinmiyorlardı. Osmanlı Bankası’nın deposunu, Fransız Konsolosluğu’nun giyim eşyalarını sakladığı ambarı ve daha birçok başka yeri yağma ettiler. Aşağılık bir biçimde davranıp palikaryalara yani limanda barınan haydut sürülerine silah dağıttılar. Bunların saygıdeğer(!) eşlerine de silah verdikleri için, o kadınlar Türk hastanelerine girip, oraya yığılan cesetlere süngü sapladılar. Bunu yapmadan önce de ölüleri iyice soymuşlardı elbette. Sokaklarda tüm cinayetler ve tüm alçaklıklar sergilenmeye devam ediyordu. Palikaryalar yaşlı ve sakat bir Türk albayıyla sokakta karşılaşıyorlar ve bu yiğitler süngüleriyle öldürüyorlar ihtiyarı. İzmir’de neler olup bittiğinden habersiz üç jandarma evlerine sakin sakin arabayla dönerken şehrin kapılarında karşılarına çıkan palikaryalar tarafından zalimce işkence edildikten sonra öldürülüyor. Hapse atılan Türklere ne yiyecek veriliyor (…) ne içecek. Haklı bir öfkeye kapılan İngiliz subayları bu durumu protesto ediyorlar. Bunun üzerine Yunanlı yetkililer eşlerinin mahpuslara yiyecek getirmesine razı oldular. Ne var ki bu kadınların başörtüleri başlarından çekiliyor ve genç Yunanlıların hakaretlerine uğruyorlardı. Ancak ellerinde kâğıttan bir Yunan bayrağı taşıyarak gelebiliyorlar hapishaneye. (…) Bir kısmını anlattığımız bu alçak sahnelere tanık olan, genellikle Türklerden yana olduğunu pek söyleyemeyeceğimiz bir Ermeni saf bir dille şöyle dedi: “Gerçi bizler kıyıma uğramaya alışığız, ama Yunanlıların onlara yaptıklarını, Türkler bize hiçbir zaman yapmadılar ve bizim dinimize asla hakaret etmediler.” (Fransız Teğmen Rume’nin hazırladığı rapor, aktaran: Nurullah Ankut, Sevrci Soytarı Sahte Sol ve Ermeni Meselesi, Derleniş Yayınları, s. 34-35-36)
Bir örnek de bizim Kurtuluş Savaşı’mıza gönüllü olarak gelip katılan tek yabancı asker olan bir Alman Yüzbaşının anılarından bir bölüm aktaralım:
“Türk Ordusu 1918 yılında sağlanan ateşkesten sonra kaotik biçimde dağılmıştı. Silahsızlandırılan birliklerin bir kısmı büyük bir sefalet içinde ve haftalar süren yürüyüşlerle vatan toprağına geçti. Bir bölümü de çeteleşip, yakıp yıkarak ülkede dolaşmaya başladı. Halkın büyük bir bölümü, bu barış antlaşması karşısında duyarsızdı. İstanbul ve Çanakkale Boğazı tamamen İtilaf Devletlerinin elindeydi. Verimli Adana Ovası (Çukurova) Fransızlar tarafından işgal edilmişti, Antalya’yı İtalyanlar ele geçirmişlerdi. İzmir Yunanlılara verilmişti ve Zonguldak’ta siyahlardan oluşan bir Fransız alayı bulunuyordu. Böylece bütün limanlar, yani bir ulusun nefes alıp verdiği bütün gözenekleri tıkanmıştı. Tamamen bağımsız bir Polonya’nın kurulmasına benzer biçimde, İtilaf Devletleri tarafından Karadeniz’den Akdeniz’e kadar uzanan ve Anadolu’nun Asya’yla bağlarını kesen bir büyük Ermenistan’ın kurulması sağlandı.
“(…)
“Ve en büyük felaket en katı örf ve âdetleri, en kutsal fikirleri yıkıp geçiyordu. Geniş, dalgalanan, kara ipek giysileriyle hemen bütün kadınlar peçelerini arkaya atmışlar, yüzlerini avuçlarına dayayarak, kocaman, koyu, badem gözlerini umutsuz önlerine dikmişlerdi.
“Bu Niobe[1] endamlıların yanından geçerken, Schiller’in zafer şenliğinden şu sözler aklıma geldi:
“Ve uzun sıralar halinde yakınıp
“Oturuyordu Truvalı kadınlar kümesi.
“Hüzün dolu bir havada yatağıma yöneldim.”
“(…)
“Cepheden ilk hastane treni geldi. Sıhhiye işleri mükemmel örgütlenmişti. Hastane trenleri, Alman örneğine göre dördüncü sınıf Alman vagonlarında bütün gerekli teçhizatla donanmıştı. Her yaralının boynunda hastalığın hikâyesi yazılı, kurallara uygun Alman levhacıkları asılıydı. Bir vagonun önünde yığışma oluştu. Ben de yaklaştım ve Binbaşı Nazım Bey’in bayrağa sarılı naaşını gördüm; Ankara’ya gönderildi. Bir tanık, onun aynı zamanda buradaki savaş şekli için karakteristik hikâyesini anlattı.
“Bu binbaşı bütün orduda ölümü hiçe sayan kahramanlığıyla ünlüydü. İkinci İnönü Savaş’ında da savaşa bizzat katılmıştı ve günler süren savaşta altında en az dört atı vurulmuştu.
“Bugün de yine bütün tümen kurmaylarıyla beraber savaş alanında fırtına gibi esmişti, bu esnada iki Türk bölüğünün Yunan süvarisi tarafından ezildiğini görmüştü. Aslında böyle bir şey imkânsızdı, yani cephe savaşında süvari saldırısı. Ama çok az topumuzun olduğunu düşünmek lazım, mevzilerimizin birbirine bağlı hatlar olmadığını, aksine parça parça çok zayıf konuşlandığını, önlerinde bir engel olmadığını ve öndeki arazinin görüşe olanak vermemesi yüzünden küçük süvari birliklerinin de kullanılmasını pekâlâ mümkün kıldığını düşünmek gerek. Dediğimiz gibi, tümen komutanı tam bu saldırı sırasında gelmiş ve bir saniye bile düşünmeden, bütün kurmaylarıyla, haberci atlılarla, yaverlerle ve kurmay nöbetçileriyle Yunan’ın üstüne çullanmıştı, sonuçta kendisi ve kurmay başsubayı göğüs göğüse çarpışmada şehit düşmüş ve diğer birkaç subay da yaralanmıştı.
“Ve şimdi kaskatı, hışırdayan bayrağa sarılı, yapayalnız vagonda yatıyor.
“Yiğit adamın türküsü yükseliyor.” (Hans Tröbst, Mustafa Kemal’in Ordusunda Bir Alman Yüzbaşı, Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2018, s. 79- 81-82-83.)
Son bir aktarma da Kasım 1921-Ocak 1922 arası Anadolu’yu ziyaret eden Sovyet Generali Mihail Frunze’nin anılarından yapalım:
“(…) 1919 yılında İzmir bölgesi işgal edildi. Bütün bu bölgedeki Türk köyleri üzerine yapılan aşırı baskılarda büyük bir hataya düşüldü. Bu sakin insanlara yapılan katliam, onların mal ve öteki değerlerine yapılan yağmalar… Bunlar bütün Türkiye’de geniş bir yankı uyandırdı ve Yunanlılara karşı Ankara hükümetinin askerleri tarafından açık bir askeri harekete girişilmesine sebep oldu.
“Yeni Türk hükümetinin karşısına Yunanlılardan başka bir de Doğu sınırında savaş çıkartılmıştı. Orada Ermenistan Taşnakları vardı ve Yunanlılarla birlikte Türkiye’de ve Kafkasya’da Antant’ın [İngiltere, Fransa ve İtalya’nın] silahlarıyla beslenerek savaşıyorlardı.
“Ermenilerle savaş çabuk bitti ve Türkler için tam bir başarıyla sonuçlandı. Ermeni-Taşnak orduları 1920 yılında indirilen son bir darbeyle dağıldılar ve bilindiği gibi devrimle kurulan Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’ne geldiler. Sovyetler Birliği’nin aracılığı ile Ankara hükümeti ve Sovyet Ermenistanı arasında barış yapılması sağlandı. Böylece o andan beri orada çok iyi dostluk ilişkileri kuruldu. Yalnız Küçük Asya’da işler hep böyle iyi yürümedi. 1921 yılı aralıksız askeri hareketlerle geçti.
“(…)
“Bu ‘Bir denizden öteki denize değin Büyük Ermenistan’ gibi erişilmez hayali, Ermeni milliyetçiler grubuna aşılayan da Antant’tan başkası değildi. İşte bu yüzden, bu boş ve aptalca hayal yüzünden yüz binlerce Ermeni köylüsü, komşuları Türk ve Kürtler tarafından topraklarından sökülüp atıldı. İşte Antant’la ilişkileri yüzünden üç yıldır Anadolu’nun dağ ve tarlalarında sel gibi kan akıtılıyor. Ve işin en kötü yanı da bunu hiçbir zaman olanların hesabı sorulmaması gereken kişiye ödetmeye çalışıyorlar.” (Mihail Frunze, Türkiye Anıları, s. 8, 108-109)
Tabiî biz bu aktarmaları namuslu, yurtsever insanlarımız için yapıyoruz. Bu yazılarımızı onların zihnine bir aydınlık, bir ışık düşürebilmek için yazıyoruz. Yoksa İsmail Kahraman gibi, Ali Erbaş gibi, Davidson Ahmet gibi, Milyar Ali Yıldırım gibi, FETÖ gibi, bunların İsmailağacı, İskenderpaşacı, Menzilci tarikat şeyhleri gibi ve Tayyipgiller’in tüm kafayı yakmış meczup avaneleri gibi Amerikan devşirmesi hırsızlar, hainler, vatan satıcılar için yazmıyoruz. Onlar defalarca belirttiğimiz gibi asla iflah olmaz. Onlar öylesine hainleşmişler, zalimleşmişler, ahlâksızlaşmışlar ki onları düzeltmek hiç mümkün değil. Onlar yaşadıkları sürece Türkiye Cumhuriyeti için, Türkiye Vatanı için ve Türkiye Halkı için hep birer tehlike unsuru olarak kalmaya devam edeceklerdir. Onlardan halkımıza zerre miktarda olsun fayda asla gelmez. Tam tersine; onlar durup dinlenmeksizin kötülük üretirler. Onların kötülüğe çalışmayan, kötülük üretmeyen, kötülüğe hizmet etmeyen bir tek beden ve beyin hücreleri bile yoktur. Baştan ayağı kötülüğe ve ihanete kesmiştir onlar… Onları ancak toprak ıslah eder…
Onların dindarlıkları da, İslamcılıkları da birer sahtekârlıktan, birer oyundan, birer düzenden, birer hileden ibarettir. Hani bazen karşılaşırsınız hayatta; yakalarsınız suçüstü bir tacizciyi, tecavüzcüyü, sapığı ya da hırsızı, hemen kaçmaya girişir. Siz de yakalamak için olanca gücünüzle koşarsınız arkasından. Ve bir de bağırırsınız önünüze çıkan insanlara; “Yahu bu giden sapıktır, tecavüzcüdür ya da hırsızdır, yakalayın!”, diye. Fakat şaşarak tanık olursunuz ki kovaladığınız sapık ya da hırsız da bağırır aynı şekilde yoluna çıkan insanlara hitaben; “Yahu sapık ya da hırsız kaçıyor, yakalayın şunu”, diye. Böylece de karşılaştığınız insanlar şaşırırlar. Çünkü kim sapık, kim hırsız, kim onu suçüstü edip kovalayan, bilemezler. Böylece de bu karışıklıktan faydalanan ahlâksız sapık ya da hırsız kaçıp kurtulur bazı hallerde.
İşte bu Tayyipgiller avanesinin, bu Siyasal İslamcıların Allah’tan, Kitaptan, dinden, imandan, Peygamberden bahsetmesi de aynen o mücrimlerinki gibidir. Onlar da iğrenç, mide bulandırıcı binbir suçlarını gizlemek için onları örten bir kılıf yaratmak için bağırırlar durup dinlenmeden, ezan, bayrak, Allah, Kitap, Din, İslam filan diye…
Bunlar böyledir işte, arkadaşlar…
Yeryüzünün en karanlık, en sinsi, en tehlikeli insanları kategorisindedir bunlar. Bunlardan kurtulmak, şu anın biz Gerçek Devrimcilere ve namuslu yurtseverlere yüklediği en acil görevdir.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
29 Ağustos 2022
Nurullah Ankut
[1] Yurdu Lidya uygarlığının doğduğu bölge olduğundan, bazı kaynaklar Tantalus, Pelops ve Niobe’yi Lidyalı kabul etmek için sağlam bir zemin bulunduğu sonucuna varmışlardır.
Yunan mitolojisine göre Niobe’nin yedi kızı ve yedi oğlu oldu. Çocuklarının sayısından dolayı sadece iki çocuk doğurmuş olan Leto’ya karşı böbürlendiği için, Niobe ve Amphion sarayın dışındayken, Niobe’nin çocukları Leto’nun oğlu Apollo ve kızı Artemis tarafından okla vurularak ormanda öldürüldü. Evlat acısı ile yurduna dönen Niobe tüm giysileri parçalanana ve tüm saçlarını yolana dek ağlamaya devam etti. Bunun sonucunda Tanrıların ona acımasıyla, Spil Dağı’nda taş kesildiği ve günümüzde “Ağlayan Kaya” olarak bilinen taş oluşumuna dönüştüğü rivayet edilir.