“Bin Kalıplılar”da kalıp değişir, ihanet değişmez! (7)
15 Temmuz Ganimet Savaşı Tayyipgiller’in zaferiyle sonuçlanınca, sağlı sollu bütün çıkarcılar Tayyipçi geçinmek sevdasına yakalandılar. Daha doğrusu parsa kapma ve kelle kurtarma yarışına giriştiler. Tez şuydu: 15 Temmuz Amerikancı gerici “darbe”si Tayyip’e karşı yapıldı. Tâ 17-25 Aralık 2013’ten bu yana hatta 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Fetocu savcılar tarafından ifadeye çağırılmasından bu yana yani Tayyip’e karşı FETÖ’nin ilk hamlesinden bu yana FETÖ’yle gerçek mücadeleyi yapan tek kişi Tayyip’tir. Bundan sonra da bizi FETÖ belasından kurtaracak kişi Tayyip’tir. Bu tezi “Ergenekon Davası” mağduru, Genelkurmay Başkanlığı yapmış yani kurmay bir asker olan İlker Başbuğ’a kadar savundu bu kesim. Yani Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere CIA tarafından örgütlenmiş FETÖ’den Türkiye’yi, yine CIA tarafından Laik Cumhuriyet’i yıkmak üzere örgütlenmiş ve 15 Temmuz’u; “Allah’ın bir lütfu”, diye kutsamış Ortaçağcı Tayyip kurtaracaktı bu güruha göre.
Ve bu güruhtan insanlar, Tayyipgiller’in borazanı haline gelmiş olan yandaş, yalaka havuz medyasının televizyonlarında, gazetelerinde vazgeçilmez aktörler olarak istihdam edildiler. Sağ kesimden gelen yalakalar bakımından olağanüstü bir durum yoktu. Onlar görevlerine devam ediyorlardı. Tek bir şart vardı onlar için: Geçmişte FETÖ’ye ne kadar övgü düzmüşlerse şimdi onu çok aşan dozda küfür edeceklerdi. Bu konuda sağ kesimden gelenlerin şampiyonu kimdir ölçmek mümkün değil…
Ama çok inandırıcı olabilmek için “sol” görünen kesimden insanlar da bu kervana katılmalıydı. Bu hem Tayyipgiller’in inandırıcılığını arttıracak hem de Tayyipgiller’in Antiemperyalist, Antiamerikan görünmelerini sağlayacak böylece halk nazarında Tayyip’in kredisini yükseltecekti. Bu yalakalıkta, ikbal, mevki ve siyasi, maddi kazançta yarışan yarışana… İsim belirtmek değer vermek olur.
Fakat bir kişi var ki, isim verilmese yeni nesillerin onu tanıması içyüzünü görmesi gölgelenebilir. Bu kişi, “sol” görünüp hep CIA hizmetinde bulunmuş, bu görevini hiçbir zaman aksatmamış, her yeni dönemde yeni bir kalıba girerek hizmette kusur etmemiş; tâ 1970’te Hikmet Kıvılcımlı’nın “CIA Sosyalisti” diyerek kulağından tutup teşhir ettiği, Doğu Perinçek’tir. Yani “sol” görünümlü yalakaların, hainlerin açık ara şampiyonu, yandaş medyanın ekranlarında ve gazetelerinde her gün arzı endam eden Doğu Perinçek’tir. Ortaçağcı Tayyipgiller’in en büyük destekçisi unvanının tartışmasız sahibidir.
Biz onun nasıl kalıptan kalıba girdiğini gözler önüne seren, Nurullah Ankut (Efe)’nin kaleme aldığı 26 makalesini yayımlamıştık. Bu makaleleri, “Bin Kalıplılar” adıyla büyük boy 617 sayfadan oluşan bir kitapta da derlemiştik. (Nurullah Ankut, Bin Kalıplılar, Derleniş Yayınları, Mayıs 2015)
Fakat onun “bin kalıba” sığamayacağını da şöyle belirtmiştik:
“(…) Tabiî son kalıbı dedikse şimdilik kaydını da koymak gerekir. Bundan sonra hangi kalıplara gireceğini kadim dostu Yalçın Küçük bile (kesinlikle değişeceğine emin olmakla birlikte) bilememektedir. Bilemediğini zaten yazıp çizmektedir. Yani biz de adımız gibi eminiz ki Allah ömür verirse Doğu Perinçek’in bu son kalıbı, sondur ama, en son kalıbı değildir…
“Onun görevi, antiemperyalist uyanışı her dönemde evirip çevirerek yine emperyalizmin kanalları içine akıtıp buharlaştırarak yok etmektir.
“Buna izin verilemezdi.
“Kitap okununca görülecektir:
“İzin verilmemiştir…” (Bin Kalıplılar, Önsöz, s. 21)
Doğu Perinçek’in bu yeni girdiği-gireceği kalıpların anlaşılması; gerçek yüzünün iyice görülmesi, genç kuşaklarca da bilinip tanınması için ve hak ettiği hainlik rütbesinin bizzat halklarımız tarafından ve bir kez daha alnının ortasına çakılması için (hukukçu üslubu ile söylersek); bu makaleleri bir kez daha Türkiye Halklarının önüne koymak kaçınılmaz bir görev olmuştur.
***
Bu Muhbir Vatandaşlar polise,
devrimci gammazlamaktan duydukları hazza kanmamışlar daha
Bunların şefinin (Pensilvanyalı’nın ya da Tayyip’in sol versiyonu olan Doğu Perinçek’in), eski ihbarlarıyla ilgili eski bir taraftarının kendisiyle yaptığı röportajda sorduğu soruya verdiği cevap ibretliktir.
12 yıl önce yayımladığımız bir eleştirel broşürümüzde bu konuya da değinmiştik. Şimdi o soruyu ve yanıtını o broşürümüzden aktaralım:
“5 Mayıs 2002 tarihli Hürriyet’te yayımlanan eski bir yandaşının kendisiyle yaptığı söyleşide şu soruluyor D. Perinçek’e:
“Geçmişinizin muhasebesini yaparken vicdanınızı rahatsız eden şeyler var mı? Mesela Aydınlık gazetesinde ihbar edilen sol adresler, isimler?”
“D. Perinçek’in yanıtı şu:
“Az bile yapmışız. O konuda daha cesur olmalıymışız.”
“Dikkat edelim; 1976’dan 1991’e kadar CIA Sosyalizmi dediğimiz bu hareketin içinde yer almış, ama bugün hiçbir devrimcilik iddiası olmayan ve bir Finans-Kapital organında sermayeye hizmet eden bir insan bile, Doğu Perinçek’e yaptığınız ihbarlardan dolayı vicdanınız rahatsız olmuyor mu? demek ihtiyacını duyuyor. Yani böyle bir şeyin, muhbirliğin şerefsizlik olduğunu biliyor. Ama öbürü “az bile yapmışız” diyerek her türden insanî değerden yoksunluğunu açığa vuruyor.” (Nurullah Ankut, Kıvılcımlı’ya, İ. Kaypakkaya’ya dayandırılan bir saldırıdan hareketle 12 Mart öncesi Sosyalist Hareketin Kısaca Değerlendirilmesi, Derleniş Yayınları, 2012, s. 36-37)
Böyle durumlarda duraksarız. Ne diyeceğimizi bilemeyiz. Vicdansızlığın, hayâsızlığın, gaddarlığın, kindarlığın bu denlisi karşısında sarsılırız bir anda. Yahu bir insan nasıl bu hale gelebilir, nasıl böyle insanlıktan çıkabilir, diye düşünürüz. Öfkeleniriz, acırız sonra. Neylersiniz, insan soyunda işte böyle bir arıza görülüyor, tek tük de olsa.
Muhbirlik, gammazlık, ispiyonculuk, insanları, hasımları arkadan vurma, İlkel Komünal Toplumlardan tutun da Antika Tarihi kapsayan dönemde yaşamış toplumlara ve günümüz Burjuva Toplumuna kadar bütün toplumlarda ve onların bütün ahlâk sistemlerinde aşağılık, iğrenç, namussuzca bir iş sayılmıştır. Ve bunu yapanlara hep en kalitesiz, en bayağı insanlar gözüyle bakılmıştır.
Kıvılcımlı’nın öğrencileri “poliste direnmeyi en büyük erdem saydı”, tıpkı Usta’ları gibi…
Ben ve yoldaşlarım sayısız işkencelerden geçtik. İşkenceciler bile bir yerden sonra yaptıklarından pişmanlık duyarlardı. Bazıları bunu sözle dile getirir, bazılarıysa beden diliyle anlatırlardı.
Öğrencilik yıllarımızda hemen her ay polise düşerdik. Sirkeci’deki Sansaryan Han’ın en üst katındaki Siyasi Şubeye götürülür, orada işkenceden geçirilir ve oradaki hücrelere tıkılırdık.
Bir amir vardı, orta boylu, tıknaz, esmer, siyah gür saçlı ve kaşlı, hafif göbekli biriydi. Bizzat kendisi işkence etmezdi. Ama işkencecilere emir verenlerden biriydi.
10 yıllardır görüşmüyoruz, sağ ise kulakları çınlasın, Cemal Yaraş isimli bir yoldaşımızla birlikte düşmüştük bir keresinde. Ağır bir işkence görmüştük. Şişti yüzümüz gözümüz. Gözlerime kan oturmuştu aldığım darbelerden ötürü. Öğle vaktiydi. “Kendime lahmacun söyleyeceğim, size de söyleyeyim çocuklar”, dedi. O, 50 civarındaydı, bizse öğrenci gençlerdik. Ben, söyle ama parasını biz kendimiz veririz, paramız var, dedim. Söyledi, yedik. Biraz sonrasındaysa başka azgın bir gerici polis geldi. Bizi tanıyınca saldırmaya yeltendi. Ben de vaziyet aldım karşılama için. “Dur” dedi ona şef. “Hallerini görüyorsun, şimdiye kadar konuştularsa konuştular, konuşmadılarsa konuşmazlar bundan sonra da.” Bu uyarı üzerine dönüp gitti genç işkenceci polis.
Öğrenciliğimizin son yılında yani fakülte sonda o zamana kadar her seferinde hevesle ve azgınlıkla bize işkence eden iki sivil polis artık bize işkence etmeye çekinir olmuşlardı. Yüzleri tutmuyordu. Defalarca çarpışmıştık. Onlarla ilk kez, Beyazıt Karakolunda karşılaşmıştık. Biz İPSD’nin bildirisini dağıtıyorduk. Gelip bir genç arkadaşımızın elinden bildirileri almışlardı. Bana iletti arkadaşlar, ekip sorumlusuydum. Hemen gidip ellerinden bildirileri alıp arkadaşlarıma verdim. “Bunlarda bir suç unsuru yok, sizin de toplamaya hakkınız yok”, dedim. “Amirimiz bize emir verdi, gel ona söyle”, diyerek bizi kandırdılar. Beyazıt Karakoluna gittik. Karakolda bize hakarete yöneldiler. Hemen ayağa kalkıp misliyle cevap verdim. Biz hakarete alışık değildik ve hiç alışmadık. Çünkü büyüklerimiz “insan şerefi için yaşar” özdeyişiyle büyütmüşlerdi bizi. Onlarsa benim gibi insanla pek karşılaşmamışlardı. Ağırlarına gitti.
Beyazıt Karakol Amiri araya girip ayırdı bizi. Ve beni odasına götürdü. Çay söyledi bana. Kapıyı örtüp şöyle dedi:
“Yahu kardeşim bunların bizimle ilgisi yok. Bunlar Sirkeci’den geliyorlar, bizi de işlerine alet ediyorlar. Ben de yaptıklarını tasvip etmiyorum.”
Bir süre sonra bana “ya bir ifadeni almak istiyorlar. Bu nedenle Sirkeci’ye göndereceğiz seni. Orada ifadeni verir çıkarsın”, dedi.
Bir üstü açık polis aracı geldi, bu iki siville biz binip Sirkeci’ye gittik. Yolda hiç konuşmadık. Sansaryan Han’ın 5’inci katına çıkınca kadro yani işkence ekibi bir çember oluşturmuş, salonda beni bekliyormuş. Ben girer girmez, hepsi birden saldırdılar bana, tekme ve yumruklarla. Ben de bunlara… Güçlüyüm tabiî, vurduğum yerden ses getiriyorum. Birkaç kişi arkamdan kucaklayıp yıktılar beni yere. Sonra karga tulumba başka bir odaya götürdüler. Yine 5-6 kişi çöktü üstüme, sırtüstü yatırdılar, kollarımı iki yana açıp tuttular her bir kolumdan birkaç kişi. Birkaçı ayaklarımın üzerine oturdu, birkaçı yüzüme, alnıma, ağzıma ayaklarıyla bastılar. Bir ikisi bıyıklarımı yoldu demet demet. Ben, Konya’nın büyüdüğüm bir kenar mahallesi olan Aksille’de öğrendiğim en ağır küfürlerle karşılık verdim bunlara.
Sonra, falaka düzeneği kurulmuş. Sopayı getirip falakaya başladılar. Bu arada da bir ikisi falakada sıkışmış ayaklarım nedeniyle havaya kalkmış bacaklarımın altından tekmeler savurdu hayalarıma. Ben küfürlerimi aksatmadan sürdürdüm.
Ayak tabanlarım, somun ekmek gibi şişmişti.
“Ne olacak” dedi biri, “Deli Hikmet’in öğrencisi. Bu da manyak işte. Akıllı bir adam onun yolundan gidecek değil ya. Ne yapsak düzelmez bu…”
Yüreğim büyüdü bir anda. Sanki fethetmiştim Sansaryan’ı. Düşman tarafından Usta’ma, Önder’ime layık bir öğrenci olarak görülmek sevinçten havalara uçurmuştu beni.
Ondan sonraki her karşılaşmamızda da işkencecilerle benzer durumları yaşadık. Bu arada ben onlara ideolojimizin haklılığını, kendilerinin Amerikan uşağı olduklarını ve cahilliklerinden, zalimliklerinden ötürü aslında Amerikan Emperyalizmine hizmet ettiklerini anlattım. “Biz halkımızın çıkarlarını savunuyoruz, vatanımızın bağımsızlığını savunuyoruz, siz Amerikan haydudunu savunuyorsunuz, onların Türkiye’deki üslerini savunuyorsunuz, satılmış Morrison Süleyman’ın memurusunuz siz”, dedim.
Bu yıllardan birinde Urfalı bir genç polis çok dostça davrandı bana. O da çay söyledi, hem de aleni biçimde. Dedim; “Yahu mesleğinden olursun bak, bize böyle dostça davranırsan.”
“Ben bu mesleğe kanunlar çerçevesinde memurluk yapmak için girdim. Ama görüyorum ki burada her türlü insanlık dışı iş yapılıyor. Benim ahlâkım bunu kaldırmaz. Babamın köyümüzde bize yetecek büyüklükte arazisi var, gidip orada çiftçilik yapacağım. Zaten istifa dilekçemi verdim, bir aylık süremin dolmasını bekliyorum. O yüzden kimseden korkum yok”, dedi. İçtik çayı. “Bir daha söyleyeyim”, dedi, teşekkür ettim.
Yine o yıllarda aklımda kaldığı kadarıyla Çağlayan Çağatay adındaki bir polis memuru da istifa etti. O da aynı Urfalı delikanlının söylediği gerekçelerle. Onun istifası o günün basınına da yansıdı…
İşte işkencecilerden en azgın olan o ilk karşılaştığımız iki polis de (Birinin adı Süleyman’dı, diğerininkini hatırlayamıyorum.) öğrenciliğimizin son senesinde artık bize işkence edemez olmuşlardı. İnancımdan, kararlılığımdan, cesaretimden dolayı sanırım saygı duymaya başlamışlardı. O yıl, kendileri geri planda kalıyor, göreve yeni başlamış olanları işkenceye yöneltiyorlar dolayısıyla da bize saldırtıyorlardı.
Sık sık Sansaryan Han’da bu kanunsuzluğu, zalimliği meslek edinmiş (tabiî yukarıdaki Parababalarının ve onların emrindeki siyasilerin buyrukları doğrultusunda yapıyorlardı yaptıkları aşağılık işi) işkencecilerle kapıştığımız için yukarıda da dediğim gibi, göz çevresine aldığım darbeler nedeniyle gözlerim kan içinde kalıyordu. Böyle durumlar sonrasında hem gözlerimdeki batmanın verdiği rahatsızlıktan kurtulmak hem de kanın daha kısa sürede sıyrılmasını-çözülmesini sağlamak için “Visine” göz damlası bulunduruyordum, somyamın altındaki kitaplarım dışında bütün eşyalarımı koyduğum plastik asker bavulunda. Namuslu bir eczacı önermişti bunu. Çok da iyi geliyordu.
Rahmetli Sevgili Orhan Müstecaplıoğlu Abi’m benim işkenceciler karşısındaki bu katı mücadeleci tutumumu tabiî iyi niyetle şöyle eleştiriyordu:
“Ya Nurullah kardeşim, sen bu i…’leri provoke ediyorsun. Onlar da daha kuduzlaşıyor. Bedenine bir zarar verecekler. Karşılık verme onlara.”
Ben de “ya Abi, hadi dayak neyse de yaptıkları küfürleri sineye mi çekelim? Bu delikanlılığımıza yakışır mı?”, diye karşılık verirdim. Sevgili Orhan Ağabey sertleşirdi, sesini yükseltirdi:
“Ya ne ilgisi var be kardeşim. İt sürüsü gibi bir araya gelip Sansaryan Han’da saldırıyorlar sana. Onlarda delikanlılığın zerresi olsa zaten böyle bir şey yapmazlar. Çakal sürüsü onlar.”, derdi.
Bizim bu işlerimizi, bu sohbetlerimizi, şu an bazı İP yöneticileriyle de dostluğu bulunan eczacı Necmi Kaymakçı Yoldaş’ım da çok iyi bilir. O günlerde hemen her gün birlikteydik. Kavgalar verirdik omuz omuza gericilere karşı, siyasi polisin örgütleyip bize saldırttığı sokak çakallarına, mafya bozuntularına karşı… O günlerimizi yine bugün Partimizde olan kıdemli yoldaşlarımız da bilir zaten.
Bu arada kendimizden de bir hayli söz etmiş olduk ister istemez. Eskiden girmezdik bu işlere, bu konulara. Yaşlandığımızdan herhalde. Giderayak çenemiz de biraz düşmüş galiba, ondan olsa gerek… Bunları da anlatmış olalım, bunlar da bilinsin istemiş olmalıyız herhalde…
12 Eylül Faşizmi sonrasında çalıştığı, doktor olarak görev yaptığı Ankara Hastanesinden bir öğle üzeri “ya basit bir meseleden dolayı ifaden gerekiyor” denerek iki sivil tarafından alınan ve 45 gün süresince en ağır işkencelerden geçirilen Partimizin Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şahbaz Yoldaş da benzer bir durum yaşamıştı.
Ankara Emniyet Müdürlüğüne getirilir getirilmez doğruca DAL adı verilen bodrumdaki işkence katına indiriliyor. Doğrudan Filistin Askısına alınıyor. Hortumla kış soğuğunda (o günlerde ısı eksi 25 ile 35 derce arasında gidip geliyordu) tazyikli su püskürtülüyor çıplak bedenine. Elektrik veriliyor ayak parmaklarına, cinsel organına. Ve de sürekli getirdikleri devrimci tutsaklara ettikleri işkencenin sesleri ve kurbanın çığlıkları dinlettiriliyor. Zerre miktarda olsun ekmek ve su vermeden günlerce sürüyor bu işkence. Bir keresinde bu aç susuz bırakma süresi tam 9 günü buluyor. İdrar çıkmaz oluyor artık bir iki damlanın dışında. Ve sıvı kaybından dolayı ağzında tükürüğü kuruyor, dili dönmez oluyor, konuşamaz oluyor.
Bu hale gelince bir kereliğine yemek ve su veriyorlar, yeniden başlıyor ondan sonra aynı işkenceli günler. Ve böylece tam 40 günü dolduruyor Mustafa Yoldaş, DAL’da.
Sonuncu gün, işkenceciler ve devrimci tutsaklar arasında adı “Laz Fikri” ya da “Taşakçı Fikri” diye bilinen sapığa düşüyordu iş. Çünkü başka türlü hiçbir işkence yöntemi işe yaramıyor onlar açısından: Mustafa Yoldaş tek kelime konuşmuyor.
İşbaşı yapıyor sapık cellat. Filistin Askısındaki yoldaşımızın hayalarına uzanıyor eli. Yakalayıp olanca kuvvetiyle sıkıyor. Organını kurtarmak için çırpınınca Mustafa Yoldaş, yırtılıyor haya torbası. Onun üzerine, sonlandırıyorlar yaptıkları insanlık dışı, insanlığın yüz karası şerefsizliği. Sağlıkçı çağırıp pansuman ettiriyorlar yarasını.
Anlıyorlar ki bir şey elde edemeyecekler. Bu yüzden de MİT’e göndermeye karar veriyorlar. Evraklarını hazırlayıp yolcu ediyorlar yoldaşımızı. Giderken söyledikleri ilginç: “Bize hiçbir şey söylemedin. Şimdi MİT’e gidiyorsun. Haydi Allah yardımcın olsun.”
Tabiî bu dileğin altında şunun da etkisi var: Biz konuşturamadık MİT de konuşturamasın. Böylece biz de madara olmamış olalım. Yani bu düşünce de bir ölçüde etken olmuştur yukarıdaki temennide.
Yoldaşımız MİT’te tam 5 gün kalıyor, askeri bir birliğin içinde. Gözlerinin bağlı olmasına rağmen onu hissediyor yoldaşımız.
Dikine konmuş bir tabutun ya da prizmanın içinde tutuluyor yoldaşımız. Özel olarak yapılmış bu yerler, daha doğrusu hücreler. Duvarları iri çakıllı betonla sıvanmıştır. Böylece de tutsağın devamlı ayakta durması, dolayısıyla da uyuyamaması amaçlanmıştır. Azıcık kendinizden geçer gibi olup dizlerinizi hücre duvarına dayandırdığınız anda diz kapaklarınıza batan çakılların verdiği acıyla hemen uyanmak durumunda kalıyorsunuz. Bu şekilde sizi bedence de tüketip direncinizi kırmayı amaçlamışlardır.
Buradaki işkence paso elektriktir. Çırılçıplak soyunmuş bedeninize her noktadan, cinsel organınız dahil elektrik verme şeklindedir. Postallarla bacaklarının, göğsünün üstünde yürünmüştür. Günde ise sadece 1 çay bardağı su verilmektedir.
Bu işkencelere de direnir yoldaşımız. Çünkü Usta’mızdan öğrendiğimiz; “Çözülüp hain durumuna düşmektense ölmek bin kat yeğdir” şeklindeki devrimci prensiptir, değerdir. Hep tekrarladığımız gibi bizler için “onur yaşamdan önemlidir”.
Bu kararlılıkta ve bilinçte olanı hiçbir işkence çözemez tabiî. 5 günün sonunda yoldaşımız yeniden DAL’a gönderilir. Kendisini MİT’e gönderirken “Allah yardımcın olsun.” diyen işkenceci, bu kez merakla ve tabiî aynı zamanda yöntem öğrenme isteğiyle; “Sana orada ne yaptılar, neler uyguladılar?” diye sorar. Aldığı cevap; “Onlar da sizin gibi işkenceci başka ne yapabilirler ki?” olmuştur.
DAL’da işkence yoktur artık. İşkence izleri silinsin diye üç gün kadar bekletilir.
Tabiî yoldaşımızın bu direnişinin yarattığı devrimci yankı kendinden çok önce Mamak Zindanına ulaşmıştır. Mamak’ta bütün koğuşlarda herkes “DAL’da bir Kıvılcımlıcı var. Bütün işkenceler vız geldi ona. Tek kelime olsun konuşmadı.”, diye ondan söz etmektedir.
Daha başka yoldaşlarımız da onurluca direnmişlerdir. Partimizin Mali Sekreteri Gürdal Yoldaş elektrikten bedeni kaskatı kesildiği halde tek kelime çıkmamıştır ağzından. İşkenceciler öldü sanarak bırakıp gitmişlerdir. Ve bir daha da öldürüp başımıza iş alacağız diye yeltenememişlerdir işkenceye.
Parti MYK’mızdan Halil Arabulan Yoldaş, yine tek kelime ifade vermeyen yoldaşlarımızdandır. Faşizmin askeri savcısı yoldaşımızın bu direnişini “örgüt üyeliğine delil” olarak göstermiştir iddianamesinde. “Bir örgüt ancak eğiterek öğretebilir bu şekilde direnmeyi”, demiştir.
Örnekleri uzatmayalım. Bütün bunlarla anlatmak istediğimiz şudur: Faşizmin emrindeki insanlıktan çıkmış, ki birçoğu o aşağılık işkenceleri yapabilmek için alkolle sarhoş ediyorlardı kendilerini, zalimler sürüsü bile bir noktadan sonra insan olduğunu hatırlıyor. Yaptığının aşağılık bir iş olduğunu hatırlıyor. Kimisi beden diliyle, kimisi açıktan sözleriyle sizden özür dilemeye gelecek davranışlarda bulunuyor.
Nitekim 45’nci gün Mustafa Yoldaş DAL’dan Mamak’a yolcu edilmesinden hemen önce baş işkencecisi Mustafa adındaki bir polis; “Ya sana da çok eziyet ettik. Kusurumuza bakma. İşte biz de emir kuluyuz. Aslında yaptıklarımın hiçbirini isteyerek, gönül huzuruyla yapmadım. Benim engelli bir çocuğum var. Onun tedavisiyle uğraşmak, bakımını sürdürmek zorundayım. Yaptığım bu kötü işleri yapmam deseydim, işsiz kalabilirdim.”, anlamında günah çıkarmıştır, yoldaşımıza.
Her defasında olduğu gibi, yoldaşımız işkenceci polislere; “İşkence insanlık suçudur.”, demiştir. “Yukarıdakilerin haberi yok mu sanıyorsun?”, şeklindeki savunmalarına da; “Emir yukarıdan verilmiş olsa bile bu suça bulaşmanız, sizi kanunlar, evrensel hukuk ve vicdan karşısında suçlu olmaktan kurtaramaz. Bu suçun da affı yoktur.”, der.
Yani yoldaşlar, insanlık suçu işlediği hiç tartışma götürmeyen işkenceciler bile bir yerden sonra duruyor, nedamet getirmek, af dilemek mecburiyetinde kalıyor. Tabiî bu hepsi için geçerli değil ama en azından bir bölümü böyle.
İP’e, Doğu Perinçek’e geri dönersek, bunun, devrimcileri 40 küsur gün boyunca gammazlamasının üzerinden tam 22 yıl geçmiş. Ama devrimcilere duyduğu düşmanlık, kin, nefret, hayâsızlık, vicdansızlık hiç azalmadığı gibi tersine, daha da artmış. Ne diyor:
“Az bile yapmışız, o konuda daha cesur olmalıymışız.”
İşte bu noktaya, sözün bittiği yer, derler yoldaşlar. Biz de hiçbir şey demeyelim artık. Zaten ne diyebilirsiniz ki?
Biz, yukarıda Pensilvanyalı İmam’ın ve Tayyip’in sol kulvardaki benzerlerinden biridir demiştik ya bunun için, öyledir. Üstelik aynen onlar gibi bunun da ruh sağlığı yerinde değildir. Psikolojik, psikiyatrik sorunları vardır. Yoksa, normal bir adamın böyle olması mümkün değil.
Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin Kontrgerilla’yla ideolojik birlikteliği
ABD Emperyalistleri ve onun casus örgütü CIA ve paralelindeki diğer 15 istihbarat örgütü Türkiye’deki 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi sonrası hızla yükselişe geçen ve halk içinde yaygınlaşma eğilimi gösteren devrimci mücadeleyi durdurmak, bastırmak, ezmek ve yok etmek için 10’ar yıl arayla 2 faşist darbe tezgâhladı Türkiye’de. İlki 12 Mart 1971’de, 2’ncisi ise 12 Eylül 1980’de olmak üzere. Birincisinde istediği sonucu tam elde edememişti. Bir iki yıl sonra devrimci hareket yeniden yükselişe geçti. Bunun üzerine ABD 2’nci ve kesin sonuçlu bir faşist darbe daha yapma hazırlıklarına girişti.
Bu faşist darbelerin nasıl hazırlanacağı, halkın kandırılarak bu darbelere nasıl ikna edileceği ve darbecilerin kurtarıcı diye karşılanmalarının sağlanacağını ayrıntılıca anlatan, ortaya koyan kitaplar hazırlamıştı zaten CIA.
Tüm dünyadaki Amerikancı faşist darbelerin nasıl yapılması gerektiğini programlaştıran CIA’nın temel bir teorik kitabı vardı, CIA teorisyeni David Galula tarafından kaleme alınmış. Kitabın adı “Counter Insurgency: Theory and Practice”, Türkçesiyle “Kontrgerilla Savaşı: Teori ve Pratik” idi. Bu kitap, tâ 1965 yılı Hasan Lembet gerçek ya da sanal adlı biri tarafından çevrilip Genelkurmay Basımevi’nde basılıp “Hizmete Özel” yayımı, dağıtımı yapılmıştır. Toplam 1750 adet. Kuşkusuz, Kontrgerilla’nın Türkiye’deki asker, sivil kadrolarına, MİT ve polisteki elemanlarına-birimlerine eğitim kitabı olması için verilmiştir bu kitap.
Bu kitaptan esinlenerek yerli Kontrgerillacıların en önde gelen teorisyeni olan Tümgeneral M. Cihat Akyol tarafından da Türkiye’nin yerel şartları göz önüne alınarak bir yerli Kontrgerilla ders kitabı kaleme alınmıştır. “Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekât” adını taşıyan bu kitap, Silahlı Kuvvetler Dergisi eki olarak Mart 1971 tarihli derginin 237’nci sayısıyla birlikte verilmiştir. Tabiî bunu da yerli Kontrgerilla birimlerine göndermiştir Genelkurmay.
David Galula, kitabının 117’nci sayfasında “Politik Hazırlıklar” başlığı altında aynen şöyle der:
“Eylemlerin arifesinde Kontrgerilla kuvvetleri muhtemelen savaşın en zor sorunu ile yüzleşir: İsyancının davası ile rekabet edebilecek bir başka dava bulmak.” (agy, Kawa Yayınları, 1. Basım, Aralık 2008, s.117)
Gördünüz mü yoldaşlar, alçak şerefsiz meseleyi nasıl can evinden yakalıyor. Kontrgerillacıların, isyancıların yani devrimcilerin davasıyla rekabet edebilecek başka bir dava bulması gerekir, diyor. Ve bu iş savaşın en zor sorunudur, diyor. Evet, zordur böyle uyduruk, sahte bir dava bularak kitleleri kandırmak, aldatmak, CIA’nın safına çekmek.
Çünkü devrim hakkı biricik tarihsel, meşru haktır. Ve o hakkı bugüne dek hiçbir güç mahkûm edememiştir. Bu sebepten onunla yarışabilecek bir sahte dava bulmak gerçekten de CIA için meselenin en zor tarafıdır.
Önderimiz Kıvılcımlı Usta’nın da söylediği gibi, Türkiye’de Amerika ve CIA’nın çıkarları ile çıkarı özdeş olanlar ancak milletin binde birini teşkil eder. Her bin kişiden 999’unun çıkarı Amerikan Emperyalistlerine, Avrupa Emperyalistlerine ve onların casus örgütlerine, tekellerine karşı olmayı gerektirir. İşte CIA, bütün bu olumsuz durumuna rağmen kitlelerin çoğunluğunu kandırıp kündeleyerek peşine takabileceği bir dava bulmak zorundadır.
Aslında CIA’nın işi böylesine zor görünmesine rağmen bir yönüyle de kolaydı. Çünkü Türkiye 1952’de NATO’ya girerek CIA’nın, Pentagon’un, Washington’un yörüngesine oturmuştu. Yerli Parababaları Türkiye’yi o bataklığa itmişti. Hatırlanacağı gibi, adına Demokrat Parti İktidarı denilen Bayar-Menderes Finans-Kapitalistler hükümeti Türkiye’yi bu tuzağa düşürtmüştü.
Neydi NATO’nun kuruluş felsefesi o emperyalist alçakların söylemiyle?
Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp her an yeni üyeler kazanarak güçlenebilir. Yeni yandaşlar edinebilir. Yani Avrupa giderek sosyalistleşebilir, sosyalizme kayabilir. Bunun durdurulması gerekir, önlenmesi gerekir. Bunun için de Amerika’nın önderliğinde üye ülkelerin satılmış Parababaları ve onların emrindeki hain siyasiler, bu ülkelerin sosyalistleşmesini her türden şiddet aracıyla engellemelidir. Yani sosyalizm ezilmelidir. Sosyalistlere göz açtırılmamalıdır.
Emperyalizmin ve CIA’nın ürettiği bu karşıdevrimci ideoloji, Türk Ordusu’na ve halka zaten 10 yıllardan beri öğretilmekteydi. Ordunun komuta kesimi Sovyetler’i ve sosyalizmi en büyük tehdit olarak görmekteydi. Tabiî aynı zamanda da Türkiye’nin en büyük düşmanıydı Sovyetler Birliği onlara göre.
Okullarda bile NATO Haftaları düzenlenmekte ve her öğretim yılı 1 hafta boyunca gencecik insanlarımıza bu emperyalist ideoloji aşılanmaya çalışılmaktaydı. Daha önceki yazılarımızda da konu ettiğimiz gibi Milli Güvenlik Bilgisi derslerinin de temel amacı buydu. Dikkat edersek orada da Sovyetler ve Varşova Paktı dünyadaki tek emperyalist güç diye tanımlanıyordu, anlatılıyordu. Gençlerimiz, bu yalanlarla aldatılıyordu.
Yeni yayımlanmış olan “Yugoslavya, Libya, Irak, Suriye… Sıra Sende Türkiye” adlı kitabımızın sonuna ek olarak koyduğumuz CIA’nın Nikaragua’da Kontralara dağıttığı broşürünün en son karesinde aynen şöyle denmektedir: “Nikaragualı asker, Nikaragualı milis! Marksist tiranlığa yönelik sabotajlar düzenlemek, emperyalist zulmün askerleri olarak hizmet etmeyi reddetmek demektir.” Böylece iktidardaki devrimci Sandinist Hükümet, emperyalist zulüm uygulayan bir hükümet olarak, bir tiranlık olarak nitelenmekte, böylece de Sandinistalara emperyalist yaftası yapıştırılabilmektedir. Yani olayları ve kavramları tersine çevirerek Nikaragua Halkını aynen yukarıda Galula’nın önerdiği şekilde sahte bir dava ile kandırmaya çabalamaktadır CIA.
Yine o günleri bilenlerin hatırlayacağı gibi CIA, hain işbirlikçileri olan Kontralara yani devrimci iktidara karşı Kontrgerilla savaşı yürüten Amerikancı güçlere askeri ve ekonomik anlamda her türlü yardımı da yapmıştır.
PDA Avanesi’nin “Sovyet Sosyal Emperyalizmi” tezi ABD’ye hizmet eder
Türkiye’ye gelirsek; o yıllarda ne diyordu sürekli olarak Doğu Perinçek ve PDA Avanesi?
Sovyet Sosyal Emperyalistleri tüm dünyada yayılma peşindedir. Türkiye’yi de bu bağlamda işgal etmeyi planlamışlardır. Yeni Çarlar Türkiye’ye saldıracaklardır. ABD gerileyen, zayıflayan bir Süper Devlettir. Sovyet Sosyal Emperyalistleriyse gittikçe güçlenen, azgınlaşan, saldırgan bir Süper Devlettir. Bu nedenle Türkiye NATO’da kalmalı, Sovyet tehdidine karşı Türkiye’yi korumalıdır. 4. Ordu yani Ege Ordusu Sovyet sınırına kaydırılmalıdır. Yine Yeni Çarların yayılma ve işgal tehdidine karşı sadece Türk Ordusu değil, Avrupa Orduları da güçlendirilmelidir. Söyledikleri, daha doğrusu o günlerde sahip oldukları, savundukları, günde 5 vakit tekrarladıkları ideolojileri özetçe budur. Yani CIA’nın, Pentagon’un, NATO’nun, Süper NATO’nun, Gladio’nun ve Kontrgerilla’nın ideolojisiyle birebir aynıdır. Tek farkı PDA’nınkinin sol maskeyle üzerinin örtülü olmasıdır. Ya da bu emperyalist ideolojinin üzerine sol sos dökülmüştür. İdeolojinin esası tamı tamına birdir.
Şimdi onların ABD ve Kontrgerilla uşaklığından başka hiçbir anlam taşımayan bu ideolojilerini kendi satırlarından birkaç eşantiyonla da olsa görelim, okuyalım, şef Doğu Perinçek’in kaleminden:
“Bugün de Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki rekabetin ağırlık noktası Avrupa’dır. Sovyetler Birliği dünyanın tek efendisi olmak için gözünü Avrupa’ya dikmiştir. Çünkü Sovyet sosyal-emperyalizminin ihtiyacı olan ileri teknolojiye sahip sanayi ve nitelikli insan gücü Avrupa’dadır. Sovyet revizyonistlerinin Afrika ve Ortadoğu’daki bütün yayılma çabaları son tahlilde Avrupa’yı ele geçirme hedefine yönelmektedir. Bugün Avrupa’nın kanatlarına, yani Ortadoğu ve Afrika’ya yönelen saldırılar, yarın Avrupa’yı hedef alacak saldırıların hazırlıklarıdır. Avrupa’yı dize getirmek için en başta Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılayan ve deniz yollarının kavşağı olan Ortadoğu’yu ve önemli hammadde kaynağı olan Afrika’yı denetim altına almak gerekir.
“Nitekim Sovyetler Birliği, İran, Pakistan ve Türkiye’deki buhrandan yararlanmaya çalışmakta, bu ülkeleri açıkça ‘zayıf halka’ ilan etmektedir. Yeni Çarlar bu ülkelerde kargaşalık yaratma ve iç savaş çıkartarak bölgeyi ele geçirme planını uygulamaktadırlar. Fakat asıl amaç, Avrupa’yı dize getirmektir.” (Doğu Perinçek, Türkiye Devriminin Yolu, Aydınlık Yayınları, 1979, s. 33)
“Yurdumuz, özellikle son yıllarda önemli değişikliklere sahne olmaktadır. ABD emperyalizmi Türkiye’de önemli mevzilerini kaybederken ve gerilerken, Sovyet sosyal-emperyalizminin ülkemiz üzerindeki tehdidi ağırlaşmaktadır.” (agy, s. 39)
Şimdi de o zamanlar günlük olarak çıkardıkları Aydınlık Gazetesi’nin bir başyazısını aktaralım. Tabiî yine “şef”in imzasıyla. PDA Dergâhı’nın şeyhi o. PDA Avanesi de onun sadık şürekâsı, müritleri. Bakın Ulu Şeyh’in tespitlerine.
Ne zaman mı yazmış bunları?
5 Şubat 1980’de. 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün oturtulmasından tam 7 ay 1 hafta önce.
Biz Gerçek Devrimciler adım adım CIA patentli bir faşist diktatörlüğe Türkiye’nin götürülmekte olduğunu o günlerde çıkardığımız “Devrimci Derleniş Dergisi”’nde hep işliyoruz. Kitleleri yaklaşmakta olan bu diktatörlüğe karşı uyarıyoruz, hazırlıklı olmaya çağırıyoruz. Sağlıklı bir mücadele hattı oluşturabilmek için geleceği görmek çok önemlidir. Önceki yazılarımızda da sözünü ettiğimiz “Türk Ordusu’na Açık Mektup” adlı uyarı ve eleştirimiz; bunun net, kesin kanıtlarıyla doludur.
Evet, şimdi sözü fazla uzatmadan Ulu Şeyh’in fetvasını görelim:
“BORAZAN
“TÜRKİYE bir Güney Amerika ülkesi olma yoluna mı girmiştir? Ülkemizin önünde bir rejim değişikliği, bir faşist diktatörlük tehlikesi mi vardır?
“Sayın Ecevit, son basın toplantılarında bu soruları tartışma gündemine getirmiştir. Bazı yazarlar ve çevreler ise, ne zamandan beri Türkiye’nin yeniden “ABD’nin ileri karakolu” olmak tehdidi ile yüzyüze geldiğini söylemektedirler.
“Kars’tan gelen bir arkadaşımın anlattığı hikâyeyi hatırlamamak elde değil: Köylünün biri, ayının saldırısına uğrar ve canını zor kurtarır. Ne var ki, kafasına yediği pençeler yüzünden kulağı sağır kalır. Ayının hışmına uğrayarak işitme duyusunu kaybetmiş olan köylüye artık hangi olaydan söz etseniz, hep aynı cevabı vermektedir: “Ayı var ya ayı, ne yamandır, ne vahşidir o ayı!”
“Bazı “solcu” ve “ilericilerimiz”de, 1970’lerden beri dünyayı görmez ve duymaz hale gelmişlerdir. Kafalar, 1960’ların dünyasında paslanmış kalmıştır. Sanki beyinleri donmuştur. Beyinleri ile birlikte hayat da donmuştur. Hiçbir şey değişmemekte, her şey olduğu yerde durmaktadır. ABD, eski ABD’dir. Sovyetler Birliği eski Sovyetler Birliği’dir. Türkiye eski Türkiye’dir. 1950’li ve 1960’lı yılların gerçeğine takılmış kalmışlar, dünyada ne olursa olsun, kim ne yaparsa yapsın, kırık bir plak gibi aynı nakaratı tekrarlamaktadırlar: “ABD var ya ABD, varsa yoksa ABD!” Rusya Afganistan’ı mı işgal etmiştir, bunların hedefi ABD’dir. Rusya’nın kışkırttığı Vietnam Kamboçya’ya mı saldırmaktadır, oklarını ABD’ye yöneltmektedirler. Sovyetler Birliği, deniz yollarını ve petrolü denetim altına almak için Ortadoğu’ya mı yüklenmektedir, koro “ABD’nin ileri karakolu oluyoruz” nakaratını en pes perdeden tekrar etmektedir.
“Ortaçağ kafası bu kez de “solcu” kılığında karşımıza çıkmaktadır. Ama Galile’nin dediği gibi “dünya dönmeye devam ediyor.” Bugün ne ABD dünkü ABD’dir, ne Sovyetler Birliği dünkü Sovyetler Birliği’dir, ne Türkiye dünkü Türkiye’dir, ne de Ortadoğu dünkü Ortadoğu’dur!
“ABD’nin üstünlüğüne dayanan dünya çoktan gerimizde kalmıştır. Güney Amerika modellerinin modası geçmiştir. ABD’nin ileri karakolu olan Türkiye, 1960’lı yıllara gömülmüştür. 1960’lı yıllarda “barış içinde bir arada yaşama” ve “barış içinde yarış” siyasetlerini izleyen Sovyetler Birliği de artık tarih olmuştur. Onun yerini Hitler’in yolunu izleyerek köprübaşlarını ele geçirmeye çalışan ve dünya savaşına hazırlanan bugünkü Sovyetler Birliği almıştır.
“Gözümüzü dünyaya açalım! Son beş yılın olayı nedir? Dünyamızda Güney Amerika modeli yeni diktatörlükler mi kurulmaktadır? Bunun tek bir örneği var mıdır?
“Gerçek apaçık ortadadır. Bugün Amerikancı diktatörlüklerin nesli tükenmektedir. Salazarların, Papadopulosların, Frankoların, Van Tiyölerin, Lon Nolların, 12 Martların, Şah Rızaların ve Somozaların modası geçmiştir. Şimdi dünyamızı saran moda Moskova usulü faşist diktalardır.
“ABD, bugün dünyanın herhangi bir yerine pençesini daha fazla geçirecek güçten yoksundur. O, elinde olanla yetinmek durumundadır. ABD’nin bugünkü güçler dengesinde atak yapmaya, maceralara kalkışmaya mecali yoktur. Bu süper devlet istikrarı ve var olan durumu savunmaktadır. Hatta onun bugün korumaya çalıştığı istikrar, ABD’nin dünya halklarına her gün yeni ödünler vermek zorunda olduğu bir dünya durumunu içermektedir.
“Bugün ülkemizin yaşadığı süreç, yeniden ABD ileri karakolu haline gelme ve Güney Amerika modeli bir diktatörlük altına düşme süreci değildir.
“Önümüzdeki dönem, Türkiye’nin göğüs göğüse geleceği tehdit, Sovyetler Birliği’dir.
“Yalnız dünya ve Ortadoğu durumu değil, Türkiye’deki güç ilişkileri de, ülkemizde Güney Amerika modeli bir rejimin gerçekleşmesine imkân tanımaz. Türkiye bugün özgürlüklere ve parlamentoya her zamandan fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmiştir. Dış tehdidin yükselmesi, diktatör mantığına sahip bazılarının sandığı gibi, diktatörlükler için elverişli bir zemin yaratmaz. Tam tersine Türkiye’de daha demokratik, daha özgürlükçü bir rejimin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Unutmayalım ki, Kurtuluş Savaşımızı başlatmak için Anadolu’ya ayak basanların ilk işi, kongreler yapmak ve meclis açmak olmuştu. 1918’in bitkin Türkiyesi bile emperyalizme boyun eğmedi. Hele bugünkü güçlü Türkiye’nin teslim olması düşünülemez. Türkiye’nin direnme ihtiyacı, diktatörlere şans tanımaz, onların planlarını yerle bir eder. Türkiye, dış tehdide karşı gene özgürlüğe, gene demokrasiye sarılacaktır. Bu, bir dilek değildir, tarihi zorunluluktur. Üstelik arkamızda yüz yıllık bir demokratik devrim birikimi vardır. Bütün bu nedenlerle Güney Amerika modeli geçerli olamaz, olamayacaktır. Bu modelin Türkiye ekonomisine uymadığı ve uyamayacağı ise ayrı bir gerçektir.
“Ama bir merkez, ülkemizde sürekli olarak “Amerikancı diktatörlük” tehlikesinin reklamını yapmaktadır. Bu merkez Moskova’dır. Amacı, esas tehlikeyi gizlemektir. Kafalarını 1960’larda unutmuş olan sağır ve körler ise, ona yardımcı olmaktadırlar.
“Bazı yozlaşmış ve ülkenin geleceğinden kopmuş aydınların milleti bu kaçıncı aldatma girişimidir? Arkamızda hiç de uzak olmayan dersler vardır. Her yeni emperyalist, eskimiş olanın bıraktığı kötü şöhretten yararlanmış ve halka inancı olmayan mevki düşkünleri bu yeni efendinin davulunu çalmışlardır. Halka hiç bir zaman umut bağlamamış cuntacı eskilerinin, bu kez de Rusya’nın yolunu açmaya çalışmaları bir rastlantı mıdır?
“ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir Sovyetler Birliği hayaleti yaratarak ve “hürriyet” sloganlarıyla ülkemize girmişti. Gel zaman git zaman işler tersine döndü. Bu kez de Moskova yöneticileri, ülkemizi ele geçirmek için milletin dikkatini gene geçerli olmayan tehlikeler üzerinde toplamaya çalışıyorlar.
“Hayaletlerle uğraşmayı bırakalım ve cephemizi gerçek tehdide dönelim! Bugün Türkiye’ye yönelen tehdit Kuzeyden gelmektedir. Ordu geçtikten sonra borazan çalmanın yararı yoktur.” (Doğu Perinçek, Aydınlık, 5 Şubat 1980 tarihli Başyazı)
Aynı bu içerikte binlerce sayfayı bulan zırvalama kaleme aldı bu zat ve avanesi. Kitaplar yazdı, gazete yazıları yazdı, bugün de yaptığı gibi il il dolaşarak sözde konferanslar verdi, 1969’dan 1985’e kadar. Siyasi ömrünün bu bölümünü kapsayan yılları devrimci açıdan, böyle ipe sapa gelmez, bir delinin zırvalamalarından daha fazla ciddiyet taşımaz ama aynı oranda da ABD Emperyalizmini, onun saldırganlığını, planladığı, yönettiği faşist diktatörlükleri gölgelemeye, perdelemeye ve gözlerden kaçırmaya hizmet eden yani CIA Sosyalizminden başka hiçbir sözle tanımlanamayan yazılar yazdı, konuşmalar yaptı. Dikkat edersek, yukarıdaki makalede savunulan kandırmaca tam da ABD’nin, NATO’nun, Pentagon’un ve CIA’nın kandırmacasıdır, söylemidir.
Bunları yapan bir insanın daha doğrusu böylesine ömrünü ihanete düşmenin hazin gerçeğiyle yaşayarak geçiren bir siyasi sözde şefin hak ettiği nedir?
Yüzüne tükürülmek ve sosyalist ortamdan kovulmak. Tam da budur onun hak ettiği.
Devrimcilik çocuk oyuncağı değildir. Son derece ciddi iştir, sorumluluğu vardır, müeyyidesi vardır. Devrimci ortamda varım diyen her kişi ve hareket, yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumludur. Bunların hesabını halk önünde ve devrimciler önünde vermeye mecburdur.
Bunlar için eleştirinin diyalektiği öldürücüdür. Bunların ele alınır tarafı kalmamıştır artık. Bunların yeri Tarihin çöplüğüdür. Siyasi sefalettir bunlar. Ahlâki sefalettir bunlar. İnsan sefaletidir bunlar. Çürümüşlüktür, leşliktir, siyasi hurdadır bunlar. Ümraniye Hekimbaşı Çöplüğü bile bunların çıkardığı kadar pis koku çıkarmaz ve yaymaz. Bunlar kadar iğrenç görünmez ve mide bulandırmaz.
Kim ne derse desin, biz Gerçek Devrimciler, ömrünü Marksizmin-Leninizmin yüce teorisinin ve önderimiz Kıvılcımlı’nın oluşturduğu Türkiye Devrimi’nin yolunu belirleyen ideolojinin rehberliğinde ve onun düşürdüğü ışığın aydınlığında dövüşerek geçiren insanlar olarak bunlarla asla bir araya gelmeyiz. Bunların elini tutmayız. Yüz yüze olmayız. Çünkü midemiz kaldırmaz. Ahlâki ve siyasi değerlerimiz bunu kabul etmez.
Biz, işte bu sebeplerden bunların yaptığına CIA Sosyalizmi diyoruz. Ve bu Şeyh ve PDA Avanesi için “iflah olmaz” diyoruz.
Tabiî İP tabanındaki gençler aydınlatılabilir, kurtarılabilir bu bataklıktan. Bu sebeple onlara yönelik çağrımızı hep güncelliyoruz. Diyoruz ki, aklınızı özgürce kullanmaktan vazgeçmeyin. Bunu yapmadığınız anda kandırılmanız hatta daha vahim olarak müritleşmeniz mukadder olur.
Devrimcilik futbol kulübü taraftarlığı değildir. Devrimci, biricik rehber olarak diyalektik metot ve mantıkla çalışan, iş gören, aklını ve bilimi kullanan kişidir.
Dikkat edersek, Mustafa Kemal de aynı şeyi önerir. Ne der, hatırlayalım:
“Ben, manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.” (M. Kemal, Cumhuriyet Bayramı Açılış Konuşması, 1933)
Ve yine çağının büyük devrimcisi Hz. Muhammed de aynı nasihatte bulunur ümmetine. Kur’an’da hatırladığımız kadarıyla tam 75 Ayette aklı kullanmanın önemine işaret edilir. Birini örnekleyelim isterseniz:
“Çünkü yeryüzünde debelenenlerin Allah katında en kötüsü, akıllarını işletmeyen sağır dilsizlerdir.” (Enfal Suresi, 22. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
Bizim bu isteğimiz sadece İP’li gençlere yönelik değildir. Tüm yoldaşlarımıza ve insanlarımıza da hep aynı şeyi öneririz biz. Başka türlü gerçeğe ulaşamayız ki. Olayları gerçeklikte oldukları gibi göremeyiz, anlayamayız, kavrayamayız, yorumlayamayız. Dolayısıyla da ömrümüz yanlış, çıkmaz sokaklarda dolanmakla geçer. Tabiî aldatılmak, kandırılmak tehlikesi de cabası.
D. Perinçek’in makalesinde alay konusu ederek sözünü ettiği Karslı vatandaş aslında kendisinden başkası değildir, öyle değil mi? Olayları ve sonrasını baz aldığımızda, oradaki ayı mağdurunun tâ kendisi olduğu ortaya çıkar.
Çünkü o zamanlar bunların bir Kabesi vardı: Pekin’deki ÇKP Karargâhı. Oranın büyük Şeyhi “Mao Zedung Yoldaş”tı. Onun her söylediği Tanrı kelamı mertebesindeydi ve her cümlesi şaşmaz doğruları işaret ediyordu. Onun söylediklerinden şüphe etmek, hâşâ dinden çıkmak, sapkın olmak anlamına gelirdi.
Yukarıdaki makalede dile getirilen görüşler ve daha önceki aktarmalarımızda savunulan tezler Mao’nun 1963 sonrasında savunduğu antimarksist, devrimcilikle uzaktan yakından ilgisi olmayan anlayışın, tüm dalkavukların ve soytarıların yaptığı gibi “kraldan fazla kralcılık” ederek en uç boyutlara taşınıp söylenmesinden başka bir şey değildir.
Kıdemli insanların hatırlayacağı gibi “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”, “Hitler’in çizmelerini giymiş Yeni Çarlar”, “Üç Dünya Teorisi” gibi insan aklıyla alay eden, sınıflarüstü saçmalamalardan ibaret olan söylemler Mao’nun ortaya koyduğu sözde tezlerdi.
Mao ve güç zehirlenmesi
1980 öncesi kaleme aldığımız “İki Süper Oportünizm” adlı kitabımızda bu tezlerin antimarksistliğini matematiksel bir kesinlikle ortaya koyarak göstermiştik. İlgilenen arkadaşlar başvurabilirler.
Mao, 1963’e kadar, bazı sosyal şoven zaaflar taşımakla birlikte, genelde doğru bir devrimci hat izlemiştir. Fakat bu tarihten sonra, dünyanın nüfusça en büyük ülkesinde devrim yapmanın, iktidara gelmenin verdiği güçten kaynaklanan, psikolojide “güç zehirlenmesi” diye adlandırılan bir hastalığa yakalanmıştır. Yaşlanmasının ve beyin hücrelerindeki azalmanın üzerine bir de “güç zehirlenmesi”nin yarattığı tahribat binince Mao, olayları doğru görmekten, kavramaktan ve sağlıklı düşünmekten bütünüyle uzaklaşmıştır.
İsterseniz, burada bu psikolojik durum üzerine ciddi bir araştırma yapan Ian Robertson’ın “Zafer Sarhoşluğu” adıyla bu yıl Türkçede de yayımlanan kitabından bir bölüm aktaralım, Türkçe baskıya yazdığı önsözden:
“Niçin pek azımız lider olmak ister? Çünkü çok, ama çok stresli ve son derece yalnız bir iştir. Milyonlarca insanı etkileyen ve pek çoğunda dargınlık ve öfke uyandırabilecek kararlar vermek zorundadırlar. İş onlarda biter ve verdikleri bazı kararlar kaçınılmaz olarak yanlış olacaktır. Liderlik, uykusuz gecelerle ve sürekli psikolojik, bazen de fiziksel tehditlerle dolu bir iştir.
“Yani liderlere ve liderliğe arzu duyan liderlere ihtiyacımız var. Liderler gücü ellerinde tutmakla tatmin duygusu yaşamalıdır, eğer öyle olmazsa gücün farmakolojik yararlarını tecrübe edemezler: Güç antidepresan ve kaygı giderici bir ilaçtır. Çünkü güç, ona açlık duyan kişilerin beyinlerinde testosteronu arttırır; testosteron beyindeki kimyasal haberci dopamini artırarak iyimserliğe, stratejik düşünmeye ve ‘önseziye’ yol açar.
“Güce arzu duymayan bir lider kötü bir lider olacaktır çünkü sorumluluk, kaygı ve yalnızlığın altında ezilecektir. Bu zayıf bir lider yaratır ve zayıf liderler, uygarlığın hassas ağına diktatörler kadar büyük bir tehdit olabilirler.
“Ancak, işlerinin stresine katlanabilecek liderlere ne kadar ihtiyacımız olsa da, son bin yılda insanoğlu zamanla gücün ‘iki tarafı da keskin bir kılıç’ olduğunu fark etmiştir. Evet, güç, liderleri teşvik eder ve streslerini azaltır, hatta onları daha akıllı yapar. Ancak denetlenmemişse veya süresi çok uzunsa neredeyse kaçınılmaz olarak beyin işlevlerini çarpıtarak yargı bozukluğuna, vazgeçilmezlik yanılgısına, risklere karşı kör olmaya ve duygusal duyarsızlığa yol açar.” (agy, s. 10)
“Dünya için en büyük tehditlerden biri, güce ihtiyacı fazla olan bir lider galip geldikten sonra kanına pompalanan testosterondur. Bu hormonal dalga sarhoş edicidir. Bir sonraki ve daha tehlikeli zirveyi gözüne kestiren dağcı gibi, güçle uyarılmış politikacı, günlük politikaların sıradanlığıyla uğraşmayı zor bulur, kazanmış olmanın kimyasal olarak tetiklediği kafa olma hissini arzular. Ne yazık ki bütün diğer zirvelerde olduğu gibi aynı etkiye ulaşabilmek için bir sonraki uyaranın daha güçlü olması gerekecektir.
“Psikolojik olarak güce ihtiyacı yüksek olan politik liderler, hükümetlerini, var olan kabine ve komite sistemlerini es geçerek, küçük beyin takımlarıyla yönetme eğilimindedirler.” (agy, s. 143)
“Gücün beyinde ürettiği testosteron ve diğer kimyasallar düşünce ve duyguları değiştirmekle kalmaz, bunun yanı sıra özellikle güce ihtiyacı yüksek olan bireylerde kelimenin tam anlamıyla bağımlılık yapar. (…)
“Güç bizi daha akıllı, hırslı ve odaklı yapar. Kazandığımız zaman bu özelliklerimiz daha da bilenir ve gelecekteki kazanma şansımızı artırır. Güç bizi, daha çok güç kazanmamız için beynimizde kapılar açacak şekilde değiştirir. Başka bir deyişle güç, gelecekte daha iyi bir kazanan olmamız için beyindeki güçle tetiklenen olumlu bir geribesleme yoluyla bizi kuvvetlendirir. (agy, s. 148)
İnsan doğasını kavrayıp bilince çıkaran Tarihteki büyük devrimci önderler, önemli uyarılarda bulunurlar insanlığa.
Tarihin determinist gidişini olduğu kadar toplum yapısını ve işleyişini ve insanın ruh yapısını dâhice bir sezişle kavrayan Büyük Devrimci Hz. Muhammed de der ki; “Allah’ımdan her gün 70 kere tövbe ederek affımı dilerim.”
Bu sözüyle demek ister ki bakın, ey ümmetim, ben ki peygamberim, Allahın elçisiyim, buna rağmen her gün 70 civarında hata yapıyorum, yanlış yapıyorum ve bunlardan dolayı affımı diliyorum. Siz ki ümmetimdensiniz, çok daha fazla hatalar, yanlışlar yapma potansiyeline sahipsiniz. Bu bakımdan kendinizi asla yanılmaz, eşi bulunmaz önderler ya da insanlar olarak görmeyin. Hep dostlarınızla, yoldaşlarınızla meşverette bulunun. Yani konuları, olayları tartışarak birlikte karar alın. Birbirinize hep danışın. Özetçe Hz. Muhammed kolektif önderlik öneriyor.
Melek yüzlü ve melek kalpli Marks-Engels-Lenin ve Kıvılcımlı Ustalar da hep aynı uyarılarda bulunurlar.
Lenin ölüm döşeğindeyken partinin lider kadrosunda en önde gelen iki kişinin; Stalin ve Troçki’nin bu yönden çok zaaflı olduklarını bildiği için onlara karşı önlemler alınmasını ister. Her ikisinin de partinin Genel Sekreterliğine getirilmemesini ister. Stalin Yoldaş çok katıdır, kabadır, haşindir, o bakımdan onun yerine yoldaşlarına karşı çok daha içtenlikli, sevecen ve mülayim davranan birinin Genel Sekreterliğe getirilmesini ister. Tabiî bu vasiyeti kabul edilmez.
Ve ikinci olarak da Merkez Komitesinin sayısının artırılarak 200 kişiye çıkarılmasını ve sayıca işçi üyelerin ağır bastırılmasını ister. Böylece partideki hastalıklı kişi eğilimlerini, zaaflarını engelleyebileceğini düşünür. Yani Lenin Usta kendinden sonra partinin düşeceği felaketleri dâhice öngörür ve önlemler alınmasını ister. Ama ne yazık ki isteği kabul görmez.
Önderimiz Kıvılcımlı’dan da bir anekdot nakledelim:
1971 başlarıydı. Yani 12 Mart’ın arifesiydi. Pratik işlerden sorumlu kıdemli bir ağabeyimizle Usta’mız arasında, yine pratiğe yönelik bir işbölümünden dolayı, anlaşmazlık çıkmıştı. Pratikçi kıdemli ağabeyimiz, benim dediğim kabul edilmezse ayrılırım tehdidinde, dayatmasında bulunmuştu. Çok çalışkan, fedakâr, inançlı, kararlı bir ağabeyimizdi. O yüzden benim gönlüm bir türlü ayrılmasını kabul etmiyordu. Usta’mızla kendisini uzlaştırmak için çok çaba sarf ettik. Bu konuya ilişkin evinde yaptığımız son görüşmede aynen şunları söyledi: O ağabeyimizin adını vererek “Padişah olmak istiyor. Sosyalizmde padişahlık olmaz!”, dedi.
Bunun üzerine biz çabamızı noktaladık. Pratikçi Ağabeyimiz de ayrıldı.
Özetçe, Sosyalizmde kolektif liderlik vardır. Kolektif düşünce, kolektif davranış.
Başkan Mao da sözünü ettiğimiz küçükburjuva sınıf karakterinden kaynaklanan sosyal şovenizme ilişkin bir eğilim taşıyordu. Ayrıca kişiliğinde, vicdan yapısında, empati yapabilme kapasitesinde de eksiklikler vardı. Tüm bu zaaflarına ek olarak, üzerine çöken yaşlılığın da etkisiyle bu “güç zehirlenmesi” denen hastalığa yakalanmıştır. Ve o hastalık sonucu sağlıklı işlemeyen, değerlendiremeyen beyninin ürettiği tezlerdir yukarıda andığımız, Doğu Perinçek’in de 10 yıllar boyunca dervişin zikri gibi durup dinlenmeden tekrarladığı kavramlar, ibareler.
Eğer onun-Mao’nun ortaya attığı bu saçma tezleri, sözde teorileri sıradan insanlar savunsaydı, her devrimci, hatta her demokrat aydın, her namuslu aydın ona; “Arkadaş sen bir psikiyatra görün. Senin tıbbi yardıma ihtiyacın var”, derdi duraksamadan. Ama Mao gücünde biri söyleyince dünyanın hemen her ülkesinde D. Perinçek ve PDA Şürekâsı benzeri zavallılar sürüsü, onu ciddiye almış ve sol adına yıllarca savunma gafletinde bulunmuştur. Tabiî yaptıkları sonuç itibarıyla ihanet olmuştur, ABD Emperyalizmi ve CIA yandaşlığı olmuştur.
Perinçek ve Avanesi’nin şaklabanlıklarından bir demet
Konu açılmışken, insana şaka gibi gelen ama aynı oranda da karşıdevrimci ve Amerikan yandaşlığı anlamında olan birkaç aktarma daha yapalım, D. Perinçek’ten. Ki aklına ihanet içinde olmayan, aklına sırtını dönmeyen herkes, bunların 10 yıllarca nasıl bir bataklık içinde debelendiklerini ve ABD Emperyalistleri karşısında utanç verici bir alçaklıkla şaklabanlık yaptıklarını netçe görsün:
“Bugün Akdeniz’de kıyısı olan bütün ülkeler Sovyet saldırı ve yayılmasının hedefi haline gelmiştir. Yeni Çarlar, her yerde olduğu gibi Akdeniz’de de hegemonyayı ele geçirmenin başlıca aracı olarak askeri güçlerini görüyorlar. Brejnev sosyal-emperyalistleri Akdeniz’in tek efendisi olmak için savaş gemilerini Türkiye boğazlarından aşağıya indirmektedirler.
“(…)
“Sosyal-emperyalistler, askeri tehdit yanında Akdeniz bölgesindeki ülkeleri kendi tarafına çekmek amacıyla yoğun bir faaliyet içindedir. Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko, ‘İtalya’nın Sovyetler Birliği ile siyasi işbirliği yapması gerektiğini’ açıkça söylemiştir. Sovyetler Birliği, İtalya’daki Sovyet yanlısı güçleri mali ve siyasi yönden desteklemektedir. Sovyetler Birliği’nin doksandan fazla casusu ve bine yakın istihbaratçısı, İtalya’nın siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel alanlarına sızmıştır. Yugoslavya üzerindeki bugünkü Sovyet baskı ve müdahalesinin, Tito’nun ölümünden sonra daha da yoğunlaşacağı anlaşılmaktadır. Sovyet sosyal-emperyalistleri, pençelerini Portekiz ve İspanya’ya da uzatmıştır. Sovyet revizyonistleri, Portekiz’deki beşinci kolunu para ve silahla desteklemiş ve bu ülkeyi kendi denetim alanı içine çekmeye çalışmıştır. Bütün bunlara ek olarak Kıbrıs buhranı, ABD’nin Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs üzerindeki denetimini sarsmış, Sovyetler Birliği’nin bu bölgedeki yayılması büyük hız kazanmıştır.
“Üçüncü bir dünya savaşının esas olarak Avrupa’da yapılacağı ve Avrupa’yı ele geçirmek için yürütüleceği açıktır. Özet alarak, Avrupa ülkeleri bugün dünyada en fazla Sovyet tehdidi altında olan ülkelerdir. Avrupa’nın güney kanadı ise, Sovyet sızma ve yayılmasının bugün en yoğun olduğu alandır.
“Bütün bu şartlar altında Türkiye’de baş düşmanın tek başına ABD olduğunu ileri sürmek, esas tehlikeyi gözlerden saklamaktan başka neye hizmet etmektedir? (D. Perinçek, Türkiye Devriminin Yolu, s. 34-35)
“Bugünkü Türkiye 1950’lerin veya 1960’ların Türkiyesi değildir. ABD’nin ülkemizdeki durumu on veya yirmi yıl öncesine göre büyük ölçüde sarsılmıştır. Bugün iktidarı ve muhalefetiyle hâkim sınıfların bütün kesimleri ABD emperyalizmine çatmaktadır. ABD’nin Türkiye’deki güçleri dağılma, parçalanma ve tam bir keşmekeş içindedir. Hâkim sınıflar içinde hiçbir kesim ABD’yi açıkça savunamamaktadır. Hâkim sınıfların bütün kesimlerinde, ABD emperyalizminden derece derece uzaklaşma ve eskiye göre daha az bağımlı bir tutum göze çarpmaktadır.
“ABD bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de darbeler düzenleyecek, durumunu pekiştirecek ve faşist diktatörlükler tezgâhlayacak gücü yitirmektedir. ABD inisiyatifi kaybetmiştir, olaylar yaratacak güçten yoksundur, daha çok rakip süper devletin yaratacağı olaylar karşısında tavır belirlemek durumundadır.
“(…)
“ABD’nin Türkiye’deki durumunun ve siyasal etkisinin zayıflaması, ideolojik ve kültürel alanda da kendini göstermektedir. ABD emperyalizminin 1950’lerin sonunda doruğuna ulaşan ideolojik ve kültürel baskısı 1960’larda ve 1970’lerde güçlü darbeler yemiştir. Bugün ideolojik ve kültürel alanda gittikçe büyüyen tehlike, Sovyet sosyal-emperyalizminin revizyonist kültürüdür.” (agy, s. 40-41)
“Sovyetler Birliği’nin beşinci kolu bu açıklamalardan sonra, Türkiye’de maceracı grupların başına geçmiş ve açıkça iç savaş kışkırtıcılığına başlamıştır. Sovyet sosyal-emperyalizmi, maceracı grupları kendi iç savaş siyasetinin aleti olarak kullanmak yanında, CHP’nin uyanık olmayan tutumundan da yararlanmaktadır. Sahte TKP, CHP saflarına sızarak güç toplamaktadır.
“(…)
“Özetleyecek olursak: Sovyetler Birliği’nin Türkiye siyaseti, kargaşalık çıkarmak, yıkıcılık yapmak, Türkiye ile Kıbrıs ve Yunanistan arasında savaş körüklemek, ülkemizde milli düşmanlıklar kışkırtmak, sonuç olarak Türkiye’yi zayıf düşürmek, parçalamak, darbeler ve askeri zorbalık yoluyla ülkemizin efendisi olmaktır. (agy, s. 43-44)
“Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye açtığı krediler, protokollerde yazıldığı kadar büyük değildir, fakat gene de önemsenecek miktarlara varmış bulunmaktadır. Unutulmaması gereken nokta şudur: Sovyetler Birliği, Türkiye’ye ekonomik yayılma yoluyla hâkim olma siyaseti izlemektedir. (…)” (agy, s. 46)
“(…) Yazının başından beri dünya şartları ile ilgili olarak açıkladığımız görüşler, Lenin’in proletarya devrimi teorisinin ve emperyalizm teorisinin günümüz şartlarına uygulanması sonucu ortaya çıkmıştır. Mao Zedung’un günümüzdeki dünya şartlarını açıklayan Üç Dünya Tahlilinin dayandığı temel budur. Biz, Lenin’in proletarya devrimi ve emperyalizm teorilerini, Mao’nun Üç Dünya Teorisini doğru buluyoruz. Bu fikirlerin mücadelemize ışık tuttuğu inancındayız. Yoksa biz, ne Ekim Devrimini kopya ediyoruz, ne Çin Devrimini.
“Görüldüğü gibi, Yoldaş dergisinin ‘kopya çekme’ ve ‘kaba tekrarcılık’ ile suçladığı şey, aslında Lenin’in ve Mao Zedung’un teorilerinin kabul edilmesi ve Türkiye devriminin meselelerine uygulanmasıdır. Bu sebeple Yoldaş dergisinin şu sorular üzerinde yeniden düşünmesi gerektiği kanısındayız:
“1. Sovyet sosyal-emperyalizminin bugün yükselen ve daha saldırgan emperyalist olduğunu kabul ediyor musunuz?
“2. İki süper devlet arasındaki ilişkide rekabetin esas, uzlaşmanın ikincil olduğunu kabul ediyor musunuz?
“3. İki süper devlet arasındaki hegemonya mücadelesinin günün birinde savaşa yol açacağını ve bugün savaş etkenlerinin arttığını kabul ediyor musunuz?
“4. Savaşın esas kaynağının Rus sosyal-emperyalizmi olduğunu kabul ediyor musunuz?
“5. Brejnev’in Hitler’in izinden gittiğini kabul ediyor musunuz?
“6. İki süper devlet arasındaki rekabetin odak noktasının bir kanadı Ortadoğu olmak üzere Avrupa olduğunu kabul ediyor musunuz?
“7. Türkiye’nin dünya haritasındaki yerini kabul ediyor musunuz?
“8. Türkiye’nin ABD işgali altında olmayıp, yarı-sömürge nitelikte bir Üçüncü Dünya ülkesi olduğunu kabul ediyor musunuz?
“9. Sovyet sosyal-emperyalizminin yayılma planlarını yoğunlaştırdığı Avrupa’nın güney kanadında önemli çatlaklar ve sarsıntılar olduğunu kabul ediyor musunuz?
“10. Türkiye’deki ABD etkisinin son yıllarda büyük bir gerileme içinde olduğunu ve Yeni Çarların Türkiye’ye hızla girdiğini kabul ediyor musunuz? vb. vb… (agy, s. 36-37)
“Sovyet sosyal-emperyalistleri, ideolojik ve kültürel alanda Türkiye’de yoğun bir faaliyet içindedir. Sosyal-emperyalizmin beşinci kolu görevini yapan revizyonistler, basın organları, kitle haberleşme araçları ve TRT içinde çeşitli yerlere yuvalanarak, Türkiye’de geniş bir propaganda ağı yaratmışlardır. Bu propaganda ağı aracılığıyla, KGB’nin yalan makinasının ürettikleri yapılmakta, dünyadaki ve Türkiye’deki birçok olay kamuoyuna Sovyet propaganda hedefleri açısından yansıtılmaktadır. (agy, s. 53)
“Kültürel alanda sosyal-emperyalistlerle kurulan ilişkiler, ortak filmler çevirmek, film stüdyoları kurmak, Moskova’da basılan gazete ve kitapların Türkiye’de serbestçe satılması noktasına gelmiştir. Revizyonist ideolojiyi yayan filmler televizyonda gösterilmektedir. Her yıl sinemalarımızda üç dört Sovyet filmi boy gösteriyor. Hatta ülkemiz sporu bile sosyal-emperyalist yayılmacılıktan kendisini kurtaramadı. 1979 yılı 19 Mayıs gösterileri Bulgar uzmanlar tarafından hazırlanmaktadır. (agy, s. 54)
“Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ‘Dostluk ve İşbirliği Anlaşması’nın önemi, Sovyetler Birliği konusunda ‘barışçı’ ve ‘dost’ bir ülke hayali yaymasında, dolayısıyla teslimiyetçiliği güçlendirmesindedir. Sovyet sosyal-emperyalistlerinin Türkiye üzerindeki hegemonyacı emelleri açısından bir başarı olmuştur. Çünkü bu anlaşma, Sovyetler Birliği’nin askeri zorbalığa dayanarak yayılma peşinde koştuğu gerçeğinin üzerine perde çekmiş ve Türkiye’de uyanıklığı köreltmeye hizmet etmiştir. Başbakan Ecevit’in sık sık tehlikenin Sovyetler Birliği’nden değil Yunanistan’dan geldiğini iddia etmesi, bu teslimiyetçi tutumun üstüne tüy dikmiştir.” (agy, s. 56)
“Diğer taraftan revizyonistler, halkımızın ABD emperyalizmine ve faşizme karşı mücadelesinin içine gizlenerek Türkiye devrimini baltalamaya ve halkın mücadelesini Sovyet hegemonyasına alet etmeye çalışıyorlar. Devrimin zafere ilerlediği şartlarda, revizyonistlerin gücü yetmeyince sosyal-emperyalistler doğrudan müdahale edecektir. Bu müdahale, Sovyetler Birliği’nin kendine yakın bir hükümeti askeri güçleriyle desteklemesi şeklinde de olabilir.” (agy, s. 63)
“Unutmayalım ki, Türkiye Angola kadar uzak bile değildir ve Sovyetler Birliği önümüzdeki dönemde yayılmak için her zamankinden daha fazla askeri yollara başvuracaktır. (…)” (agy, s. 65)
Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin her bir satırı birer utanç ve alçaklık belgesinden başka hiçbir şey ifade etmeyen böyle binlerce sayfalık belgesi var şu an arşivlerde. O günleri yaşamamış genç kuşaklar, bu insan aklıyla alay eden ve gerçekleri tamı tamına tersyüz ederek ABD Emperyalistlerine yandaşlık ve uşaklık eden bu kişilerin iç yüzlerini ve on yıllar boyunca nelerle uğraştıklarını iyice görsünler diye uzun tuttuk aktarmalarımızı.
Dikkatli okuyucu arkadaşların hemen kavradığı gibi, Sovyetler Birliği Türkiye’ye devrimi önlemek için mutlaka müdahale edecektir ve Türkiye Devrimi onların deyişiyle bu “Yeni Çarların” işgaline karşı bir ayaklanmanın başarıya ulaşmasıyla gerçekleşmiş olacaktır.
D. Perinçek ve PDA Avanesi, her biri de birer Finans-Kapital hükümeti olan İtalya ve benzer Avrupa hükümetlerinin, Türkiye’deki Demirel başbakanlığındaki, Alparslan Türkeş’in, Necmettin Erbakan’ın, Turhan Fevzioğlu’nun ve partilerinin içinde yer aldığı Milliyetçi Cephe (MC) Hükümetlerinin Sovyetler Birliği’ne karşı tutumunu bile teslimiyetçi buluyor. Neredeyse onların Sovyetler Birliği’ne savaş açmasını istiyor.
Dünyanın başhaydut emperyalist devleti ABD’yi ise neredeyse hiçe indirgiyor. Bu yaklaşıma göre ABD, sadece Sovyetler Birliği’nin saldırganlığı karşısında ayakta, hayatta kalma mücadelesi veriyormuş. Eski mevzilerini de büyük ölçüde kaybetmiş. Bunu şöylesi bir örnekle de karikatürize eder:
“Bugün Türkiye’de kapıdan kovulmaya çalışılan bir kurt vardır: Bu kurt, ABD emperyalizmidir. Kaplan ise, artık evin bacasında değildir. Türkiye halkı kurdu kovmak için mücadele ederken, kaplan bacadan süzülmüş evin mutfağına inmiştir. Şimdi dişlerini bilemekte, tırnaklarını göstermekte ve evin tek efendisi olmaya hazırlanmaktadır. Kaplanın rakibi olan kurt ise kocamıştır, bütün dünya halklarından yediği dayaklar yüzünden yaralanmış, birçok dişi dökülmüştür. Kurt, Türkiye’de de önemli darbeler yemiştir ve eskisi gibi hükümferman değildir. Gerek kaplan, gerekse onunla işbirliği eden revizyonist çakallar, Türkiye halkının yalnız kocamış kurdu evden atmak için mücadele etmesini istiyorlar. Kaplan, kurtla beraber kendisinin de baş düşman olarak görülmesini istemiyor. Böylece o, rakibi olan kurt evden kovulurken evin tek efendisi olmayı ve çakalların faşist diktatörlüğünü kurmayı planlamaktadır. Yoldaş dergisinin ABD emperyalizmini tek başına baş düşman olarak gören tutumu ve birçok temel konudaki siyasetleri revizyonistlerden farklı değildir. (agy, s. 60)
Yukarıdaki trajikomik masalda sözü edilen “yediği dayaklar yüzünden yaralanmış, birçok dişi dökülmüş” kurt hikâyesi doğrusu bir hayvansever olarak bizim bile yüreğimizi acıttı. Vakit kaybetmeden soralım:
Hafız, nerede ya bu yaralı kurt? Ne oldu bu hayvana? Yerini tarif et de bir veterinere götürelim. Yazık, o da can taşır insanlar gibi. Hiç değilse ömrünün son yıllarını acısız geçirsin hayvancağız.
Ha, bir de, Hafız bu kaplan ne oldu ya? Bak habire dişlerini biliyormuş, pençelerini gösteriyormuş sağa sola. Bunu da bulalım da bir uyuşturucu iğneyle filan uyutup yakalayalım, doğal ortamına bırakalım. Afrika mı, Bengal mi neresiyse ortamı.
Hiç söz etmez oldun bak bunlardan. Bunları bıraktığın gibi hiç “Mao Zedung Düşüncesi” de aklına gelmiyor.
Şimdi hangi düşüncenin buyrukları doğrultusunda davranıyorsun? Rehberin kim?
Bak, belki yüzlerce, binlerce kez tekrarladığın gibi “Mao Zedung Düşüncesi” ve onun “Üç Dünya Teorisi”ni bilmeden dünya olaylarını kavramak mümkün değilmiş. Niye bunları anlatmıyorsun şimdi taraftarlarına, İP’li gençlere?
Bak, o yaralı kurdun avcılıkta kullanılan amcaoğlu gibi dolaşıyorsun Türkiye’nin illerini ve konferanslar veriyorsun. Ulusal Kanal’daki reklamlarından öğrendiğimize göre.
Niye bunlardan hiç söz etmiyorsun?
Cevap ver bakalım.
Veremezsin tabiî, değil mi?
O yıllarda Çin’in, ÇKP’nin Türkiye’de amigoluğunu yaparak önünün açılacağını, ABD Emperyalistlerinin kötülüklerini neredeyse hiç derecesine indirgeyip onların da desteğiyle “Büyük Güçler Platformuna Çıkmak” biçiminde ifade ettiğin yere zıplamayı umuyordun.
Ama olaylar ve gerçekler senin savunduğun zırvalamaların ne pespaye şeyler olduğunu, devrimci açıdan hiçbir değer taşımayan alçaklıklardan ibaret olduğunu 2+2=4 ederce ispatladı, kanıtladı, değil mi?
O bakımdan, Amerikancı Sevrci Cephede yaptığın bu aşağılık işlerden vazgeçip Ulusalcı kulvara zıpladın, değil mi?
İşin gücün şimdi de bu kulvarı kirletmek, rezilliklerinle itibarsızlaştırmak. Ne utanmaz arlanmaz adamlarsınız siz ya…
Çin’e ve ÇKP’ye bu kadar amigoluk etmek, kendilerine şöyle bir kazanç sağlıyordu:
O yıllar boyunca bu hareketin ikinci adamı konumunda bulunan Gün Zileli’nin anılarından öğrendiğimize göre, Çinliler bu zırvalamaların yer aldığı Aydınlık Gazetesi’nin her gün 500 adedini alıyorlarmış. Bir yıllık gazete parasını da peşin vermişler.
Perinçek ile 12 Eylülcülerin dostları da, düşmanları da ortaktır
İşin daha da vahimi yoldaşlar, yine Gün Zileli’nin anılarında ortaya koyduğu şu gerçektir:
Bunlar başta da söylediğimiz gibi D. Perinçek’in teyze oğlu “Ve Gürbüz Tüfekçi” ve benzerleri vasıtasıyla MİT’le devamlı görüşmektelermiş. D. Perinçek, PDA Avanesi’ne “biz MİT’i kullanıyoruz” diye savunuyormuş bu ihanetlerini. Gün Zileli şöyle der anılarında:
“Biz MİT’i kullandığımızı sanıyorduk ama sonuçtan bakınca görülüyor ki MİT bizi kullanmış.”
O günlerin MİT’i (tabiî bugün de öyle ya) Kontrgerilla’yla kafa kafaya vermiş, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün nasıl oturtulacağının planları ve davranışıyla meşguldür. İşte bu MİT, bu işleri arasında D. Perinçek ve PDA Avanesi’ni de o zamanki adlarıyla TİKP’i de “kullanmış”. Zaten yukarıda aktardığımız belgeler bu kullanmanın tartışılmaz kanıtları durumundadır.
Türkiye’de o günlerde bazen 5, bazen 10, bazen 20, bazen Maraş Katliamı’nda olduğu gibi 111 insan hayatını kaybetmektedir. ABD Emperyalistleri ve Kontrgerilla yani CIA, MİT, Özel Harp Dairesi, bu ortamı özellikle yaratmaktadırlar. Çünkü insanlar canından bezdirilmeli, can güvenliği sıfıra indirilmeli, neredeyse herkes sokağa çıkmaktan korkar hale getirilmelidir. Ancak bu hale getirilen bir halk faşist diktatörlüğü kurtarıcı diye kabullenebilir. Çünkü ne diyordu cunta ilk bildirisinde 12 Eylül şafağında okunan?
“MİLLİ GÜVENLİK KONSEYİ’NİN 1 NUMARALI BİLDİRİSİ:
“Yüce Türk Milleti;
“Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.
“Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.
“Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
“Aziz Türk Milleti:
“İŞTE BU ORTAM İÇİNDE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ, İÇ HİZMET KANUNUNUN VERDİĞİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ KOLLAMA VE KORUMA GÖREVİNİ YÜCE TÜRK MİLLETİ ADINA EMİR VE KOMUTA ZİNCİRİ İÇİNDE VE EMİRLE YERİNE GETİRME KARARINI ALMIŞ VE ÜLKE YÖNETİMİNE BÜTÜNÜYLE EL KOYMUŞTUR.
“Girişilen harekâtın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
“Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir.
“Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
“Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.
“Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır.
“Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
“Bu kollama ve koruma harekâtı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13:00’daki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır.
“Vatandaşların sükûnet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim. (Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Org. Kenan Evren)
Dikkat edersek yoldaşlar, faşist cuntanın bildirisinin içeriği, D. Perinçek’in ve PDA Şürekâsının yukarıda aktardığımız yazılarının içeriği ile benzerlik göstermektedir. Şu farkla ki; D. Perinçek ve PDA, cunta şefinin halkı kandırmak için öne sürdüğü şikâyetlerinin müsebbibi olarak “Yeni Çarlar” dediği Sovyetler Birliği’ni gösterir sürekli açıktan ve vurgulayarak. Kenan Evren’se Sovyetler’i adını anmadan dolaylı yoldan işaret etmektedir. “Dış ve iç düşmanlar Türkiye’yi bölünme ve iç harbin eşiğine getirmişlerdir.”, demektedir. Buradaki dış düşman Sovyetler Birliği’dir, iç düşman da devrimciler, sosyalistlerdir.
Faşist cuntanın şefi Kenan Evren, D. Perinçek ve Avanesi gibi psikiyatrik sorunlar yaşamadığı için o eldivenli konuşuyor, usturuplu gidiyor. Fark sadece işin bu yönünde.
Bugün artık daha önce de söylediğimiz gibi, Türkiye’nin ve dünyanın namuslu aydınlarının tamamı bu faşist diktatörlüklerin ABD ve CIA eliyle planlanıp, yönlendirilip, uygulatıldığını çok açık bir şekilde bilmektedir. 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünün yukarıda imzası da bulunan Amerikanofil generallerinin tamamı, CIA’nın kendi sözleriyle-deyişiyle, Paul Henze’nin “Our Boys”udur yani Türkçesiyle CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze’nin oğlanlarıdır.
İşte bilinçsiz halk kitlelerinin aldatılarak bu faşist cellâtları kurtarıcı diye karşılayabilmeleri için 12 Eylül öncesinde 5000 insanımız hayatını kaybetmiştir. Tabiî bu 5000 insanın tahminen dörtte üçü ya da (en asgarisinden tutsak bile) üçte ikisi devrimcilerden oluşmaktadır. Bu tahmini o günleri yaşamış bir devrimci olarak yapmaktayız.
CIA’nın yaptırttığı bu katliamların şu somut belgelerini ortaya koyabiliriz. CIA teorisyeni D. Galula’nın kitabını Türkiye’ye uyarlayan Tümg. M. Cihat Akyol’un Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan kitabında şöyle bir buyruk verilmektedir Kontrgerillacılara:
“Halkı mukavemetçilerden ayırmak için, (mukavemetçiler dediği devrimciler oluyor – Nurullah Ankut) sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi, mücadele kuvvetlerince (Kontrgerillacılarca – N. A.) zulme kadar varan halka haksız muamele örnekleriyle sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir.” (D. Galula, Kontrgerilla Savaşı Teori ve Pratik, Önsöz Yerine, Kawa Yayınları, s. 9)
Görüldüğü gibi açıkça halka her türlü zulmü yapın, katliamı yapın, bunu da devrimcilerin üzerine yıkın, diyor alçaklar. Bu şekilde bu namussuzca oyunlarla halkı devrimcilerden uzaklaştıracaklarmış.
Yine aynı amaçla yazılmış Piyade Kd. Alb. Cahit Vural imzasıyla 1972 Aralık ayında Ankara’da basılıp “Hizmete Özel” damgasıyla Kontrgerilla birimlerine dağıtılmış “Gerillaya Giriş” adlı kitaptan birkaç paragraf aktaralım:
“Gerillayla mücadele için gerekli fikre sahip bedeni eğitim görmüş birliklerin bir ‘Karşı-Gerilla’ birliği olarak kurulması ve mücadeleye geçmesi savunulmaktadır.” (Aktaran: Milliyet, 2 Şubat 1978)
Milliyet aktarmaya devam eder Cahit Vural imzasıyla yayımlanan Kontrgerilla kitabından.
“Yalnız şurası muhakkak ki gerilla ve gerillaya karşı koyma sorunları propaganda üzerinde vücut bulur. Bu ameliye mikropların üretilmesi gibidir.
“Silahlı kışkırtıcı ajan tipi şehir gerillasının tatbikatlarından elde edilen tecrübeyle ortaya çıkmıştır. Kalabalık şehirlerde kışkırtıcı ajanlar organize edilip üniversite ve fabrikalara sokulurlar, endüstri ve eğitim müesseselerini ele geçirirler. Bu ajanlar sabotaj malzemeleriyle yıkıcı faaliyette bulunurlar. Tedhiş hareketleri düzenleyerek “gaye uğruna” soygunlar yaparlar ve cinayet işlerler.
“Şehirde mevcut haydutlar, gerillalar tarafından seçilmezler. Çünkü haydutlar halka zarar veren hareketlerde bulunabilirler ve bu eylemleri de gerillaya mal edilir. Bu suretle gerillacı halk nazarında küçük düşürülmüş olur.” (Cahit Vural, Aktaran: Milliyet, 2 Şubat 1978)
Çok açık biçimde görüldüğü gibi yoldaşlar, Kontrgerilla halk kitleleri üzerinde her türlü zulmü uygulamalıdır, deniyor. Sabotajlar yapılıp cinayetler işlenmelidir, deniyor. Bunların suçlusu olarak da devrimciler gösterilmelidir, deniyor. Bu arada haydutlardan da yani mafya çakallarından da medet umuluyor. Onların yaptıklarını da halk, devrimciler yaptı sanır; bu da bizim için iyidir, deniyor.
Tüm bunları kim yazıyor?
Kontrgerilla’nın CIA yönetimindeki Türkiye şubesi.
Kime dağıtıyor?
Kendi görevli birliklerine.
D. Perinçek ve PDA Avanesi, onun Aydınlık’ı ne diyor?
Tüm bu işleri Sovyet Sosyal Emperyalistleri ve onların emrindeki Sahte TKP ve onlarla işbirliği halindeki terörist gruplar (kastettiği de diğer devrimci gruplardır) yapıyor, diyor. Güya Sahte TKP ve biz bu işleri yaparak Türkiye’yi yıkıp parçalayacakmışız, Yeni Çarlar da gelip Türkiye’nin efendisi olacakmış. Yukarıda D. Perinçek ve PDA Şürekâsından yaptığımız aktarmaların tüm iddiası bu. Yani gerçeğin tam 180 derece karşıtı. Amerika’nın, CIA’nın ve Kontrgerilla’nın çok net biçimde savunulması. Başka hiçbir anlama gelmez D. Perinçek ve PDA’nın yaptıkları, yazıp çizdikleri.
Kontrgerilla’ya halkı kandırmak için sahte bir dava bulmak ve bu işin bu kadar heveskârane biçimde savunusu başka türlü nasıl yapılabilir? Daha açığı, Kontrgerilla’ya daha güzel bir hizmet nasıl sunulabilir?
İşte bu hareket bu kadar alçaktır, bu kadar haindir yoldaşlar. Bu kadar Amerikan uşağıdır.
David Galula, Kontrgerilla’nın amacına ulaşabilmesi için yerel “bir partinin kurulması” gerektiğini belirtmektedir:
“Yedinci adım: Bir partinin kurulması
“Bir bölgede işler ilerledikçe her bölgede ve köyde sınanmış liderler ortaya çıkacaktır. Bunların da eninde sonunda gruplanması ve ulusal kontrgerillaya ait politik parti içinde örgütlenmesi gerekecektir. Bunun çeşitli nedenleri vardır:
“1. Özellikle politikanın en fazla rol oynadığı devrimci savaşta parti politikanın bir aracıdır. Kontrgerilla, uygulama noktasında böylesine gerekli araca sahip olmadığı sürece en iyi politika bile değersiz kalacaktır.
“2. Yerelde ortaya çıkan yeni liderler kendi bölgelerinde, komşularından tecrit edilmiş biçimde faaliyet yürütürler. En iyi ihtimalle sadece yerel olarak değil de ulusal düzeyde örgütlenmiş isyancıya karşı yerelde bir direniş geliştirebilirler. Dolayısıyla bu noktada isyancının hoşgörülemeyecek, önemli bir politik avantajı vardır.
“3. Yeni liderlerin halk üzerindeki otoriteleri en fazla idari düzeydedir. Eğer liderlikleri politik alana da yayılmak isteniyorsa bunu yapmanın tek yolu partidir.
“4. Yeni liderlerin halk ile olan bağlantısı basit bir oy pusulasıdır. Bu bağ, halkla kökten bağlantılı olmayan politik mekanizma ile desteklenmedikçe kolaylıkla zarar görebilir. Kontrgerillanın bu liderleri bulmak için uğraşması gibi, şimdi bu liderler de halk arasından militan bulmak zorundadırlar; buldukları militanları bir arada tutabilmek için liderlerin kadroya, desteğe ve politik partinin liderliğine ihtiyacı vardır.
“Yerel liderleri ve partileri mevcut bir partide mi toplamak yoksa yeni bir parti mi kurmak daha hayırlıdır? Bu sorunun cevabı şartlara, mevcut partinin prestijine, liderliğinin kalitesine ve politikasının çekiciliğine bağlıdır.” (D. Galula, agy, s. 146)
Faşist saldırılar karşısında nefis müdaafası yapan devrimciler PDA’ya göre Yeni Çarların beşinci koludur
CIA, Kontrgerilla böyle bir partiyi 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin dünyanın ilk ABD’de eğitim görmüş Kontrgerillacılarından olan Alparslan Türkeş ve ona bağlı faşist ekibin eline geçirilmesiyle oluşturmuş oldu. Türkeş ve ekibi sonra bu partinin adını MHP olarak değiştirdiler. Ve o günden bugüne de bu parti Kontrgerilla’nın özel örgütü olarak hizmet vermektedir CIA’ya.
12 Eylül öncesinde Kontrgerilla’nın emrindeki askerlerle, polislerle MHP’li paramiliter faşistlerle (bunlar kendilerini bildiğimiz gibi “ülkücüler” diye adlandırırlar) birlikte saldırıyorlardı biz devrimci gençlere ve halkımıza. Sadece biz sosyalistler değildik katliamlara uğrayan, CHP de bu dönemde aklımızda kaldığına göre 220 üyesini kaybetmiştir Kontrgerilla saldırıları sonucunda.
Devrimci, demokrat aydınlar katledildi. Bilim insanları Cavit Orhan Tütengil, Bedreddin Cömert, yazar Ümit Kaftancıoğlu, namuslu devrimci savcı Doğan Öz, gazeteci Abdi İpekçi vb…
Maraş, Çorum, Sivas’taki Kontrgerilla’nın resmi ve MHP’li sivil güçleri tarafından yapılan katliamlarda yüzlerce Alevi inancına sahip insanımız hayatını kaybetmiştir. Kadınlar ve küçücük bebeler de vardır bu kurbanlar arasında.
Devrimcilerin etkisi altında olan üniversitelere, fabrikalara polis ve MHP’li faşistler hep birlikte saldırıyorlardı. Şafak vakitleri ikisi birlikte gelip basıp mevzileniyorlardı oralarda ve gelen devrimcileri öldürüyorlar, yaralıyorlar, tutukluyorlar, üniversitelere, fabrikalara, yurtlara sokmuyorlardı artık.
Mesela İstanbul’daki bizim yönetimimizde olan Sivas Öğrenci Yurdu’nu bu şekilde bir gece baskınıyla gelip ele geçirmişlerdi. Ve biz devrimcileri püskürtüp atmışlardı. Tabiî bizi polis dışarıya çıkarmış, sonrasında MHP’li faşistler gelip yurda yerleşmişti.
Yine bizim okumakta olduğumuz İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi aynı şekilde; bir şafak vakti gelip bu resmi ve sivil faşistlerce işgal edilmiş ve biz devrimciler okula giremez hale getirilmiştik. Kapıda resmi-sivil polis ve MHP’li faşistler birlikte nöbetteydiler sürekli.
Anadolu’daysa yine aynı Kontrgerilla güçleri “Aleviler ve komünistler Müslümanlara saldırdı, camileri bombaladı”, gibi alçakça yalanlarıyla Sünni inanca sahip insanları devrimcilere ve Alevi insanlarımıza, gözü dönmüş bir şekilde, saldırtmakta, katliamlar yaptırtmaktaydı.
Nitekim, aynı ahlâksızca yalan ve iftiraların bir benzerini Tayyip ve yandaşları Gezi İsyanı’mız sırasında “Kabataş Gelini” rezaletiyle bir kez daha tekrarlamışlar ve Sünni Mezhepten insanlarımızı devrimcilere karşı saldırtıp katliam yaptırmayı planlamışlardır.
Demek ki bu tür katliamlarla CIA ve Kontrgerilla hazırlamakta olduğu faşist diktatörlüğe uygun zemini yaratmak istemiştir.
İşte bu süreçte Doğu Perinçek ve PDA’nın TİKP’i de yukarıda naklettiğimiz durum ve tutumuyla MHP’yi aratmayan bir biçimde Kontrgerilla’ya hizmette bulunmuştur.
Gün be gün artan, hayâsızca boyutlara uzanan Kontrgerilla saldırıları karşısında ellerindeki kıt imkânlarla nefis savunması yaparak hayatta kalma, mahallelerini, okullarını, yurtlarını savunma mücadelesi veren devrimci güçleri muhbirlemiştir, gammazlamıştır, ispiyonlamıştır polise, yani MİT’e, Kontrgerilla’ya ve birkaç ay sonra gerçekleştirilecek olan faşist cuntanın askeri mahkemelerine.
D. Perinçek ve PDA’ya göre hayatta kalma mücadelesi veren biz devrimciler, Yeni Çarların Türkiye’deki 5. Koluyduk. O bakımdan da bizlerin gammazlanmasında bir sorun yoktu. Böylelikle onlar Yeni Çarlara karşı Türkiye’ye hizmet etmiş oluyorlardı.
Kontrgerilla’nın MHP’li faşistlerle birlikte gerçekleştirdiği bu saldırı ve katliamlara yüzlerce örnek gösterilebilir. Nasıl alçakça, puştça, namussuzca insanlarımıza zulmettikleri, somut belgeleriyle ortaya konabilir. Ama doğrudan konumuz bu değil, o bakımdan daha fazla durmayalım bu mesele üzerinde.
Şimdi de Doğu Perinçek ve PDA Şürekâsının “Yeni Çarlar”la mücadele kisvesi, maskesi altında Kontrgerilla’ya, CIA’ya nasıl hizmet ettiklerini somut örnekleriyle görelim. İhbarlarını bir bir tümüyle verirsek, yazımızın hacmi çok kabarır. O bakımdan içlerinden 20 tanesine yer vereceğiz. Gerisini de merak eden okuyucular olursa Partimizin İstanbul, Ankara ve İzmir il örgütlerine başvurup edinebilirler. Bu konuda başvuran herkese gerekli yardım yapılacaktır.
Evet yoldaşlar, işte ihanet belgelerinin bir bölümü bunlar. İşin açığı bunlara bile tahammül etmek gerçekten zor. Ben şahsen çok acı vereceği için bu işe giremedim kendim. Yoldaşlarımdan rica ettim, sağ olsunlar işin bu bölümünü onlar halletti.
İşin burasında yoldaşlar şöyle bir ilginç duruma dikkatinizi çekmek isteriz. Bu hainler şürekâsı onlarca yıl bu ipe sapa gelmez, sadece CIA yandaşlığından başka bir anlam taşımayan “Yeni Çarlar Türkiye’yi işgal edecek”, “Sovyet Sosyal Emperyalistleri Türkiye’nin en büyük dış düşmanıdır” yalanını tekrarlayıp durdular. Binlerce, on binlerce bilinçsiz, masum genci kandırdılar, bu yalanlara inandırdılar. Böylece de devrim cephesinden kopardılar. Karşıdevrim cephesinin, ABD Emperyalistlerinin, CIA’nın, Kontrgerilla’nın cephesine ve hizmetine soktular.
O yıllarda Maoculuk paylaşılamayan Hint Kumaşıydı kendi kafasıyla düşünmeyi bilmeyen insanlarımız için. Nasılsa onlar adına düşünen biri vardı. Ona “Mao Zedung Düşüncesi” deniyordu. O düşüncenin ürettiği her şey Tanrı kelamı mertebesindeydi bunlar nazarında.
Denizler’den arta kalan, Kıvılcımlı Usta’nın gençlerin “kötüleri” dediği kişiler, “THKO-TDKP-İÖ” adıyla yeniden örgütlenmişlerdi. Yukarıda Doğu Perinçek’in polemiğe girdiği “Yoldaş” Dergisi de bunların bir yayınıydı.
İ. Kaypakkaya’nın ardılları da TİKKO adıyla örgütlenmişler ve “Halkın Birliği” adlı legal bir yayın organıyla sol ortama çıkmışlardı.
Mahirler’in geride kalan döküntülerinden oluşan kişiler de Ömer Güven, Necmi Demir, İlkay Demir önderliğinde “Halkın Yolu” adlı bir dergi çevresinde örgütlü bir yapı oluşturmuşlardı.
Bunlar birbirleriyle kim daha iyi Maocu olacak, kim “Mao Zedung Düşüncesi”ni daha iyi savunacak yarışı içindeydiler.
Tabiî bunların en kurdu ve kıdemlisi, Doğu Perinçek-PDA Avanesi’ydi. Öbürlerine kıyasla da eğitimliydi. O bakımdan öbürlerinden devamlı insan kapmaktaydı. Aralarında bu yönde de kıyasıya bir yarış vardı; kim kimden daha çok insan kazanacak diye.
Doğu Perinçek bunlarla girdiği polemiklerde şöyle cinliklere de başvururdu:
Yukarıda da gördüğümüz gibi demagojik zırvalamalarına sık sık Marks’tan, Lenin’den, Mao’dan pasajlar aktararak kendisini derin bilgili göstermeye çalışır. Üstelik de kendi namussuzluğuna ve ihanetine Marks-Engels’i, Lenin’i tanık göstermiş olur kendince. İşte bu düzenbazlıklarının bazılarında diyelim Lenin’den bir paragraf aktarır, fakat o paragrafın bulunduğu kitap adını ya da sayfa numarasını yanlış gösterirdi. Karşısındaki daha kofti Maocular da gösterdiği yere bakarlar, öyle bir paragraf görmeyince buna yüklenirlerdi, kendi yanlış düşüncelerini Lenin’e, Marks’a mal ediyor diye. Bu, bir sonraki dergisinde, gazetesinde “ya pardon, kitabın adını ya da sayfa numarasını dalgınlıkla yanlış vermişiz, o metin aslında şuradaydı” diye yazardı. Tabiî sonrasında da girişirdi bunlara. İşte siz Lenin’in tezini böyle inkâr ettiniz, siz zaten Anti Marksistsiniz, Anti Leninistsiniz, diye. Hep söylediğimiz gibi, olan aklını tüm kapsamıyla böyle fırıldaklıklara kullanır. O sebeple de eğer iyi niyetli davranmak istese bile olayları görüp kavrayıp değerlendirecek bir akıl kalmaz kendine…
Hatırladığımız kadarıyla o yıllarda bu, bu oyunbazlıklardan çok kârlı çıktı. Halkın Kurtuluşu’nun kurucu heyetinin yarıdan fazlasını birer ikişer kopararak tekkesine bağladı.
Halkın Yolu’nunsa yönetim kadrosunun tamamını bir anda safına çekti.
Demek istediğimiz, böyle düzenbazlıkların ustasıdır bu.
Şimdi gelelim yoldaşlar; “Çanağın çömleğin patladığı” yere ya da noktaya diyelim.
Hatırladığımız kadarıyla 1985 yılı, bu PDA Şürekâsından bir temsilciler heyeti Çin’e davet edilir. Daha önceden de gitmişlerdir aslında. Gün Zileli’nin naklettiğine göre oradaki görüşmeler sırasında ÇKP heyetinden bir yetkili aynen şunları söyler, Zileli ve TİKP ekibine:
“Biz Sovyet Sosyal Emperyalizmi, İki Süper Devlet, Üç Dünya Teorisi gibi tezleri kabul etmiyoruz. Bu tezler aslında Başkan Mao’ya ait değildir. Bunlar Dörtlü Çete’nin ürettiği görüşlerdir.”
Bu açıklama karşısında Gün Zileli haklı olarak şaşıp kaldığını söyler ve kendi kendime şöyle dedim, der:
“Madem böyle de 20 yıldan beri dünyayı niye uğraştırıyorsunuz bunlarla?”
Ekip Türkiye’ye döner. Gün Zileli bu büyük ifşaatı “Büyük Önder(!)” Doğu Perinçek’e nakleder. Yine dikkatinizi çekerim yoldaşlar, gösterdiği tepki kişiliğini yansıtması bakımından çok dikkat çekicidir. Aynen şunu der D. Perinçek:
“Siyasette olur böyle şeyler.”
Bu vatandaşın kişiliğini tümüyle göstermiyor mu yoldaşlar, sarf ettiği bu cümle?
Gösteriyor, değil mi…
O nedenle artık biz bir şey demeyelim.
Ve yine işte bu sebeple yoldaşlar, bu “Büyük Şef(!)” ve yanındaki kişilerin birazcık akla sahip olanları “Sovyet Sosyal Emperyalizmi”, “Yeni Çarlar” gibi safsataları hiç ağızlarına almıyorlar. Ama bunların bazı kazmaları var, hâlâ bu zırvalamaları tekrarlayıp duran. Sanırım 1 yıl kadar önceydi. Ulusal Kanal’da yine eski PDA ekibinden bir kazma, 1980 öncesini kast ederek “Biz o yıllarda da İki Süper Devlete karşı Üçüncü Dünya ülkelerini savunuyorduk, onların yanındaydık” gibi saçmalamalarda bulunuyordu. Güldüm acı acı. Zavallı dedim, Allah acısın sana.
Yine çağrışım oldu; sanırım 90’lı yılların ilk yarısıydı. Doğu Perinçek konunun bir şekilde açılması üzerine aynen şunu demişti:
“Sovyet Sosyal Emperyalizmi Tezi bana ait değildir. Onu Halil Berktay, Şahin Alpay gibi Robert Kolejliler Amerika’dan getirdi.”
Bu beyanat üzerine Halil Berktay veya Şahin Alpay şöyle bir karşılıkta bulunmuşlardı:
“Varsayalım ki o tezi Amerika’dan biz getirdik. Ama Türkiye Devrimi’nin Yolu Rus işgaline karşı bir ayaklanmadan geçecektir diyen kitabı da biz mi yazdık?”
Bu trajikomik tartışmayla ilgili haberi o günlerin Cumhuriyet Gazetesi çok net hatırlıyorum şu başlık altında vermişti:
“Kim Bunlar?”
Evet yoldaşlar, yazımızın bu bölümünü bence de fazla uzattık galiba. Biz de Cumhuriyet’in o sorusuyla noktalayalım mı yazımızı:
“Kim bunlar?…”
11 Aralık 2014